7 Ocak 2010 Perşembe

ÜÇ BÜYÜK ADAM

Bildiğim bütün insanlar arasında bir seçme yapmam istense, ben üç
insanı hepsinden üstün tutardım.

Bunlardan biri Homeros'tur. Homeros, Aristoteles'ten ya da
Varro'dan daha mı bilgilidir, diyeceksiniz; hayır. Hatta şiir sanatında
Vergilius'un ondan hiç de aşağı kalmadığı ileri sürülebilir. Bu konuda
hüküm vermek, her ikisini de bilenlere düşer. Ben kendi hesabıma
yalnız birini, Vergilius'u, biliyorum. Açıkça söyleyeyim ki şiirde bu
büyük Romalı'nın aşılabileceğini aklım almaz.

Gerçi böyle söylerken Vergilius'un Homeros'tan esinlenip ders
aldığını, onun ardından yürüdüğünü, koskoca Aeneis'ini İlyada'nın bir
parçasından çıkardığını da unutmamalıyız; ama ben orasında değilim.
Bu adamı büyük ve neredeyse insanüstü bir varlık sayarken ben,
birçok başka şeyleri hesaba katıyorum. Hatta bazen, dehasıyla bunca
tanrılar yaratmış, insanlara da kabul ettirmiş bir adamın tanrılar
arasında yer almamış olmasına şaştığım bile oluyor. Körlüğüne,
yoksulluğun ve bilimlerin gelişmesinden önce yaşamış olmasına
karşın öyle gerçeklere ulaşmış ki ondan sonra yeni bir düzen
kurmak, bir savaşı yönetmek, dinden, felsefeden veya sanatlardan söz
açmak isteyenler, hangi mezhepten olurlarsa olsunlar, hep ondan ders
almışlar; her şeyi bilen bu yaman hocanın kitaplarını bütün bilgilerin
kaynağı saymışlardır.

Qui quid pulchrum, quid turpe, quid utile, quid non.

Plenius ac melius Chrysippo ac Crantore dicit. (Horatius)

Güzel ne, kötü ne, yararlı ne, zararlı ne,

Bunları o daha iyi söyledi Chrysippos'tan, Crantor'dan.


A quo, ceu forıte perenni,

Vatum Pyreüs labra rigantur aquis. (Ovidius)

Ondan, o tükenmez kaynaktan gelir,

Permessos'un kutsal suları şairlere.

Adde Heliconiadum comites, quorum unus Homerus. Astra potitus.
(Lucretius)

Kalın Musa'ların yoldaşlarına

Onlardandır yıldızlara yükselen Homeros da

Cujusque ex oro profuso

Omnis posteritas latites in carmina duxit

Amnemque in tenues ausa est deducere rivos, Unius faecunda bonis.
(Manilius)

Bu cömert kaynağı sonrakiler Akıttılar bütün kendi şiirlerine;
Bir ırmak bir sürü dereciğe bölündü, Bir insanın mirasıyla beslenerek.

Bu büyük adam, insan eserlerinin en değerlisini, doğa düzenine
aykırı giderek yaratmış; çünkü doğuşta her şey kusurlu olduğu halde
Homeros'ta şiir ve daha birçok bilgiler çocukluk çağına olgun,
kusursuz ve pürüzsüz olarak girmişler. Bu bakımdan onu ilk ve son
şair de sayabiliriz. Eskilerin de çok güzel gördükleri gibi Homeros
kendinden önce gelenlerden hiç kimseyi taklit etmediği için kendinden
sonrakilerden hiçbiri de onu taklit edememiştir. Aristoteles'e göre
hayat ve hareket yalnız onun sözlerinde vardır. Yalnız onun sözleri
özlü sözlerdir. Büyük İskender, Darius'tan aldığı ganimetler arasında
değerli bir çekmece bulmuş ve demiş ki: Bunun içine benim
Homeros'umu koyun; savaşlarda bana en doğru yolları gösteren odur.
Anaksandridas'ın oğlu Kleomenes de Homeros'u, askerlik sanatını çok
iyi bildiği için, Lakedemonyalılar'ın şairi sayıyordu.

Plutarkhos'un Homeros'ta beğendiği taraf onun insanı hiçbir zaman
doyurup usandırmaması, okuyucuya durmadan değişen bir yüz
göstermesi, her sayfada yeni bir güzelliğe bürünmesidir. Bu değeri
Homeros'tan başkasında bulamazsınız. Delişmen Alkibiades bir gün
edebiyatla uğraşan birisinden İlyada'yı istemiş; adam yok deyince
Alkibiades tokadı yapıştırmış. Siz de bugün, dua kitabı olmayan bir
papaza ne dersiniz?

Ksenophanes bir gün Syrakusa Kralı Hieron'a yoksulluğundan
yakınırken iki kul tutmaya gücü olmadığını söylemiş. Hieron da demiş
ki: «İyi ama, senden çok daha yoksul olan Homeros'un ölmüşken bile,
on binden fazla kulu var.

Panaetius'un Platon'a «Filozorların Homeros'u» demesi de pek
anlamlıdır. Bütün bunlardan başka onun kadar ün kazanmış kim var
dünyada? Onun adı ve eserleri kadar dillere destan olmuş ne var?
Troya, Helena ve savaşları belki de olmuş şeyler değildir; ama onları
bildiğimiz kadar neyi biliriz? Çocuklarımıza hala Homeros'un üç bin
yıl önce uydurmuş olduğu adları veriyoruz. Hektor'u, Akhilieus'u kim
tanımaz? Yalnız birkaç soy değil, ulusların birçoğu kaynaklarını bu
masallarda arıyor. Türklerin Padişahı İkinci Mehmet, Papa İkinci
Pius'a şunları yazmış:

«İtalyanların bana düşman olmalarına şaşıyorum; biz de İtalyanlar
gibi Troyalılar'ın soyundanız. Yunanlılardan Hektor'un öcünü almak
benim kadar onlara da düşer; onlarsa bana karşı Yunanlılar'ı
tutuyorlar.»

Öyle büyük bir komedya ki bu İlyada, yüzyıllardan beri krallar,
devletler, imparatorlar sanki ondan aldıkları rolleri oynuyorlar, bütün
dünya bu komedyanın sahnesi oluyor, yedi büyük Yunan şehri (İzmir,
Rodos, Kolophon, Salamis, Khios, Atina, Argos.) arasında
Homeros'un doğduğu yer konusu yüzünden kavga çıktı; aslının
bilinmemesi bile onun için bir onur oldu.

Öteki büyük adam İskender'dir. Seferlerine kaç yaşında başladığnı,
ne kadar az bir kuvvetle ne büyük işler başardığını, ardından gelen
görgülü ve ünlü dünya komutanları arasında daha çocukken kazandığı
üstünlüğü, her tehlikeyi göze alarak, (nerdeyse haddini bilmeyerek
diyecektim),

Impellens quicquid sibi summa petenti

Obstaret, gaudensque viam fecisse ruina. (Lucianus)

Önüne çıkan tepelerde ne varsa yıkarak

Geçtiği her yerin altını üstüne getirerek.

başardığı seferlerde talihten gördüğü inanılmaz kolaylığı düşünün.
Otuz üç yaşında bu adam dünyada insan yaşayan bütün toprakları
zaferle dolaşmış, yarım bir ömür içinde bir insanın gösterebileceği
bütün kudreti göstermiş; o kadar ki İskender'in yaşını gördüğü işlere
göre hesaplarsanız hiçbir insanın ulaşamayacağı bir yaş bulursunuz.
İskender'in askerlerinden sayısız kral soyları türemiş; ölümünden
sonra dünya onun dört komutanı arasında paylaşılmış; uzun zaman da
onların torunları elinde kalmış. İskender'in ahlak değerleri saymakla
bitmez; doğruluk, nefsine egemenlik, cömertlik, sözünde erlik,
yakınlarına sevgi, düşmanlarına insanlık. Gerçekten onun ahlakına hiç
diyecek yoktur; gerçi pek nadir olarak haksızlıklar da etmiştir; ama bu
kadar büyük işler başarıp da haksızlık etmemek mümkün değildir. Bu
gibi insanları, hareketlerine egemen olan düşünceyle toptan
yargılamak gerekir. Thebai'nin yıkılması, Memandros'un ve Ephestion
hakiminin, yüzlerce İranlı esirin, bir sürü Hindli askerin, çocuklarına
varıncaya kadar bütün Kos halkının öldürülmesi kolay hoş görülecek
işler değildir ama Kleitos'u öldürmekle işlediği suçu fazlasıyla
ödemesi ve daha başka davranışları gösteriyor ki yüreği temizdi; iyilik
için yaratılmış bir insandı. Onun hakkında pek yerinde olarak derler
ki: İyilikleri doğasının, kötülükleri talihinin eseridir. Biraz kendini
beğenmiş olmasına, kötülenmeye hiç dayanamamasına, Hindliler'i
asıp kesmekte pek ileri gitmesine gelince, bütün bunlar bence yaşına
ve hayatının başdöndürücü hızına verilebilir.

Ya askerlik değerleri, atılganlığı, tedbirliliği, sabrı, disiplini, ustalığı,
mertliği, talihi (ki Annibal'i görmemiş olsaydık İskender'i bu
bakımdan aşacak adam olmazdı); bir erkek olarak tanrısal yaratılışı ve
güzelliği; o genç, o dinç, o alev gibi yüz, o dimdik baş, o aslanca
duruş...

Qualis, ubi Oceani perfusus lucifer unda

Quem Venus ante alios astrorum diligit ignes

Extulit os sacrum coelo, tenebrasque resolvit. (Vergilius)

Tıpkı, Venus'un sevdiği sabah yıldızının

Deniz sularında yıkanmış temiz yüzünü gösterince

Karanlıkları dağıtması gibi.

bilgide ve düşüncedeki üstünlüğü; temiz, lekesiz ve
eşsiz ününün büyüklüğü ve sürekliliği. Ölümünden sonra onun
madalyalarını taşımayı herkes uğur sayıyordu.

Krallardan sözetmemiştir. Hala bugün Müslümanlar, bütün tarihleri
küçük gördükleri halde onun tarihine büyük bir değer verirler. Bütün
bu değerleri biraraya getirerek düşünecek olursanız İskender'i
Caesar'dan üstün tutuşuma hak verirsiniz. Caesar onunla boy
ölçüşebilecek tek adamdır. Hatta talihin İskender'e yardım ettiği kadar
Caesar'a yardım etmediğini yadsıyamayız.

İkisinin birçok tarafları birbirine eşittir ama Caesar'ın İskender'den
üstün bir tarafı yoktur.

Bu iki adam dünyanın dört bucağını kasıp kavuran iki yangın, iki
seldi. Caesar'ın tutkusunda daha az taşkınlık olsa bile, sonunda hem
kendisi, hem ülkesi, hem de dünya öyle felaketlere sürüklendi ki, her
ikisinin değerlerini teraziye koyunca, İskender ister istemez daha ağır
basıyor.

Üçüncü ve bence en değerlisi Epaminondas'dır. Ünü ötekilerden çok
daha azdır; ama ün, değerin öz unsurlarından değildir. Epaminondas'ta
dayatış ve yürek istediğiniz kadar: Hem de tutkunun doğurduğu
cinsten değil, bilginin ve aklın olgun bir ruha aşıladığı cinsten.
Bundan yana, İskender'den, Caesar'dan aşağı kalmaz; çünkü kazandığı
zaferler ne öyle çok, ne de öyle parlak olmamakla birlikte ne koşullar
altında kazanıldıkları düşünülecek olursa, hem çetinlik ve büyüklük,
hem de yiğitlik ve askerlik bakımından onların zaferleri kadar
değerlidir. Yunanlılar onu, hiç duraksamadan en büyük adamları
saymışlardır. Yunanistan'ın en büyük adamı olunca da dünyanın en
büyük adamı sayılmak zor değildir. Bilgisine ve olgunluğuna gelince,
Yunanlılar'dan kalan bir söze göre onun kadar çok bilen ve onun kadar
az konuşan adam yokmuş. Epaminondas Pithagoras okulundandı. Az
şey söylemiş, fakat söylediğini herkesten daha iyi söylemiş. Hatiplikte
eşsiz ve çok inandırıcı imiş.

Ahlakına, vicdanına gelince, iş başına gelmiş insanların hiçbiri
bundan yana onunla boy ölçüşemez. Bu tarafıyla, ki insan da asıl bu
tarafıyla insandır, hiçbir filozoftan, hatta Socrates'den bile aşağı
kalmaz. Epaminondas'ta ruh temizliği temelli, sürekli, değişmez,
bozulmaz bir haldir. İskender'in bu tarafı onun yanında sönük, kaypak,
katışık, yumuşak, gelişigüzel kalır.

Eskiler büyük komutanları, türlü halleriyle inceledikten sonra her
birinde, ünün asıl nedeni olan bir özel değer bulurlardı. Yalnız
Epaminondas'da erdem ve bilgi sürekli ve aynı derecede yüksekti;
yalnız o, insan hayatının her yönünde, devlet işlerinde, kendi işlerinde,
savaşta ve barışta, onurlu yaşayıp kahramanca ölmekte aynı
büyüklüğü gösterebilmiştir. Ben hiçbir insanın hayatına, her
bakımından, onunkine duyduğum kadar saygı ve sevgi duymamışımdır.
Şu kadar ki, birlikte inat etmesinde ben, yakın dostları gibi büyük bir
ahlak üstünlüğü görmüyorum. Yalnız bu hareketini, ne kadar yiğitçe
ve saygıdeğer de olsa biraz çiğ buluyorum ve bu tarafına özenmeyi
aklımdan geçirmiyorum. Ondan ayırt edemediğim tek insan Scipio
Aemilianus'tur. Onun ölümü de o kadar kahramanca ve onurlu,
bilimlerdeki anlatışı o kadar geniş ve derindir.

Hayatında onu en çok sevindiren şeyin, Leuktra'da kazandığı zaferle
anasına babasına verdiği sevinç olduğunu söylemiştir. Onların
sevincini, böyle onurlu bir işten kendisinin duyduğu haklı ve derin
sevince üstün tutması ne kadar anlamlıdır.

Yurdunu kurtarmak için bile bir adamı sorgusuz, sualsiz öldürmeyi
doğru bulmazdı: İşte bunun için arkadaşı Pelopidas'ın Thebai'yi
kurtarmak için giriştiği işi pek soğuk karşılamıştır. Bir savaşta bile,
karşı tarafta bulunan bir dosta rastlamaktan kaçınır, onu ölümden
korumak isterdi.

Epaminondas, Korinthos yakınlarında More'nin kapılarını tutmak
isteyen Lakedemonyalılar'ı mucizeyi andıran bir vuruşla yardıktan
sonra, kimseyi kovalayıp öldürmeden yürüyüp gitmişti yoluna.
Düşmanlarına karşı bile bu kadar insanca davranan bu adamdan
kuşkulanan Boietialılar, elinden başkomutanlığı aldılar. Böyle bir
nedenle atılmak onun için ne büyük onur! Az sonra da hiç utanmadan
ona tekrar yerini vermek zorunda kaldılar; anladılar ki şan ve onurları,
kurtuluşları ona bağlıydı. Zafer her gittiği yerde gölgesi gibi ardından
geliyordu. Ülkesinin onunla parlayan yıldızı onun ölümüyle söndü.
(Kitap 2, bölüm 36)

Yaşamımızı ölüm kaygısıyla, ölümümüzü de yaşama kaygısıyla
bulandırıyoruz. (Kitap 3, bölüm 12)

27 Haziran 2009 Cumartesi

KENDİ ZENGİNLİĞİMİZ


Biz kendimiz sandığımızdan daha zenginizdir; ama bizi her şeyi
başkalarından almaya, dilenmeye alıştırıyorlar. Kendimizden çok
başkalarından yararlanacak biçimde yetiştiriyorlar bizi. İnsan hiçbir
şeyde gerek duyduğu kadarıyla yetinmiyor. Ne şehvette, ne servette,
ne devlette kollarını kucaklayamayacak kadar açmaktan alabiliyor
kendini; açgözlülüğü ılımlı olamıyor bir türlü. Bilme merakı da aşırı
gidiyor bence insanın: Başaramayacağı kadar, gereğinden fazla iş
alıyor üstüne, bilginin yararını konusu kadar genişleterek.

Ut omnium rerum sic litteram quoque intemparatis laboramus.
(Seneka)

Her şeyde olduğu gibi okuma çabasında da ölçüyü aşıyoruz.

Tacitus, oğlunun aşırı bilim oburluğunu dizginleyen Agricola'run
anasını övmekte haklı öyle bir nimet ki bu, sağlam gözlerle bakılırsa,
insanların bütün nimetlerinde olduğu gibi onda da doğal olarak bir
hayli gereksizlik, güçsüzlük bulunduğu ve pahalıya da mal olduğu
görülür.

Bilim edinmek, et ya da balık satın almaktan çok daha netametli bir
şeydir. Çünkü satm aldığınız nesneyi bir kaba kor eve getirirsiniz; ne
mal olduğunu yakından da görebilir, ne kadarını ne zaman
yiyeceğinizi düşünürsünüz ama bilimler öyle mi ya? Ruhumuzdan
başka bir kaba koyamıyoruz onları. Satın alır almaz yutuyoruz;
çarşıdan zehirlenmiş ya da değişmiş olarak çıkıyoruz. Öyle bilimler
var ki kafamızı besleyecek yerde engel ve yük oluyorlar bize, öyleleri
de var ki iyileştirecek yerde öldürüyorlar bizi. (Kitap 3, bölüm 12)

Halkı bir tek insan, bir tek insanı bütün halk gibi gör. (Kitap 1, bölüm 39)

15 Nisan 2009 Çarşamba

İNSANLAR VE HAYVANLAR


Hayvanlar arasında eni konu bir haberleşme olduğunu açıkça
görüyoruz; yalnız aynı türden olanlar değil ayrı türden olanlar da
birbirleriyle anlaşabiliyorlar.

Et mutae pecudes et denique secla ferarum

Dissimiles fuerunt voces variasque cluere

Cum metus aut dolor est, aut cum jam gaudia gliscunt. (Lucretlus)

Söz bilmez sürüler, vahşi hayvanlar

Türlü bağrışmalarla anlatırlar

Duydukları korkuyu, acıyı ya da zevki.

At köpeğin bir çeşit havlamasından kızgın olduğunu anlar; başka
türlü bir havlamasıysa, hiç ürkütmez onu. Aralarındaki iş
ortaklığından anlıyoruz ki sesi olmayan hayvanların bile başka bir
haberleşme yolları var; hareketleriyle konuşup anlaşıyorlar:

Non alias longue ratione atque ipsa videtur

Protrabere ad gestum pueros infantia linguae. (Lucretius)

Başka türlü değil çocukların da

Sesle anlatamadıklarını hareketle anlatmaları.

Neden anlaşamasınlar? Bizim dilsizlerimiz de işaretlerle pekala
söyleşiyor, tartışıyor, hikayeler anlatıyorlar.

Öyle alışkın, öyle usta olanlarını gördüm ki, her istediklerini eksiksiz
anlatabiliyorlar. Aşıklar yalnız gözleriyle neler söylerler birbirine:
Bozuşur, barışır, yalvarışır, anlaşır, söyleşirler gözleriyle.

E'i silentio ancor suole Haver perigi e porole. (Tasco)

Ve susmada bile

Sözler, yalvarmalar vardır.

Ya ellerle neler söylemeyiz? İsteriz, söz veririz, çağırırız, yol veririz,
korkuturuz, yakarırız, yalvarırız, yadsırız, istemeyiz, sorarız,
beğeniriz, sayarız, itiraz ederiz, pişman oluruz, korkarız, utanırız,
kuşkulanırız, bildiririz, buyururuz, isteriz, yüreklendiririz, yemin
ederiz, küçümseriz, meydan okuruz, kızdırırız, suçlarız, mahkum
ederiz, affederiz, küfrederiz, pohpohlarız, alkışlarız, kutlarız,
utandırırız, alay ederiz, uzlaştırırız, salık veririz, coştururuz, seviniriz,
bayram ederiz, acırız, üzeriz, rahatsız ederiz, şaşırtırız, bağırırız,
susarız, daha neler neler, dille yarışacak kadar. Başımızla buyur
ederiz, kovarız, evet deriz, hayır deriz, yalanlarız, hoş karşılarız,
yüceltiriz, kutsallaştırırız, hor görürüz, isteriz, tersleriz, sevindiririz,
dertlendiririz, okşarız, azarlarız, dizginleriz, kızdırtırız, korku veririz,
güven veririz, soruştururuz. Ya kaşlarımızla? Ya omuzlarımızla?..

Abderia'dan gelen bir elçi Isparta kralı Agis'e söyleyeceklerini uzun
uzun söyledikten sonra sorar: Efendimiz yurttaşlarıma nasıl bir cevap
götürmemi isterler? Seni, tek söz söylemeden, her istediğini, dilediğin
süre söylemekte serbest bıraktığımı söylersin, der kral. İşte size
konuşan ve çok iyi anlaşılan bir susma... (Kitap 2, bölüm 12)

İnsan yalnız sözle insandır ve yalnız sözle bağlanırız birbirimize.
(Kitap 1, bölüm 9)

20 Şubat 2009 Cuma

ÖFKE ÜSTÜNE

Plutarkhos hep hoştur, ama insan halleri üstüne düşüncesini
söylerken eşi yoktur. Lykurgos'la Numa'yı karşılaştırırken çocukların
eğitimini babalarına bırakmanın ne büyük bir saflık olduğunu o kadar
güzel anlatır ki.

Devletlerin çoğu herkesi, kadınlarını ve çocuklarını diledikleri gibi
yönetmekte serbest bırakır, onlar da masallardaki devler gibi akıllarına
esen her deliliği yaparlar. Galiba yalnız Lakedemonyalılar ve Giritliler
çocukların eğitimini yasalara bağlamışlar. Bir devlette her şeyin çocuk
eğitimine bağlı olduğunu kim bilmez? Ama yine de çocukları hiç
düşünmeden, ne kadar deli ve kötü olurlarsa olsunlar, ana babalarının
keyfine bırakırız.

Kaç kez sokaktan geçerken öfkeden kudurmuş bir baba veya ananın
çocukları öldüresiye dövdüklerini görmüş, oğlancıkların öcünü almak
için ana babalarına türlü oyunlar oynamayı kurmuşumdur. Döverken
gözleri öfkeden alev alev yanar, daha yeni sütninenin kucağından
çıkmış bir çocuğa gırtlaklarını yırtasıya bağırırlar, suratları allak
bullak olur Hippokrates'e göre de en tehlikeli hastalıklar insanın
yüzünü değiştiren hastalıklardır.

Dayaktan sakatlanmış, sersem olmuş nice çocuklar vardır. Ama
devletimizin yasaları yine bu işe karışmaz, sanki bu sakatlar, bu
sersemler bizim toplumumuzda yaşamıyormuş gibi!

Hiçbir şey öfke kadar insan düşüncesini sapıtamaz. Öfkesine kapılıp
bir suçluyu idama mahkum eden bir yargıca ölüm cezası vermekte
kimse duraksamaz. Öyleyse neden babaları ve öğretmenleri öfkeli
iken çocukları dövmekte serbest bırakıyoruz? Bu artık eğitim
olmaktan çıkıyor, öc alma oluyor. Ceza çocuklara verilen bir ilaç
sayılmalı, öyle verilmelidir. Bir doktorun hastasına karşı
öfkelenmesini kabul edebilir miyiz?

Öfkeli olduğumuz sürece hizmetçilerimize el kaldırmak doğru
değildir. Kalbimizin fazla çarptığını, kanın yüzümüze çıktığını
hisseder etmez sorunu kapatmalıyız.

Öfkemiz geçtikten sonra her şeyi başka türlü göreceğiz. Kızdığımız
zaman bağıran, konuşan biz değil, hırsımızdır. Nasıl sis içinde her şey
olduğundan daha büyük görünüyorsa hırs içinde de suçlar büyüdükçe
büyür. Canı su içmek isteyen içer: Ama canı ceza vermek isteyen
veremez. Ağır başlı ve ölçülü cezaları suçlu hem daha kolay kabul
eder, hem de onların yararını görür. Öfkesine kapılmış bir adamın
verdiği cezayı kimse hak ettiğine inanmaz.

Öfke kendi kendinden hoşlanan, kendi kendini şişiren bir hırstır.
Hepimizin başına sık sık gelir. Bir şeye yanlış yere kızarız, bize
aldandığımızı ispat eden tanıtlar getirirler bu sefer de doğrunun
kendisine, suçsuzluğuna içerleriz. Bunun çok güzel bir örneğini
eskilerden okumuştum, hiç aklımdan çıkmaz. Her bakımdan değerli,
doğru bir insan olan Piso bir askerine kızmış, çayırdan dönerken
arkadaşının nerede kaldığını bilmiyor diye. Öyleyse sen onu öldürdün
demiş ve adamı birdenbire ölüme mahkum etmiş, tam asılacağı sırada
kaybolan arkadaşı çıkagelmiş. Bütün ordu bayram etmiş, iki arkadaş
sarılıp birbirlerini öpmüşler, cellat da ikisini almış Piso'ya götürmüş.
Herkes onun da bu işe sevineceğini sanıyormuş. Tam tersi olmuş:
Henüz geçmemiş olan öfkesi, kendini utandıran bu gerçek karşısında
büsbütün artmış ve hırsının bir anda aklına getirdiği şeytanlıkla
suçluları üçe çıkarmış, bir kişinin masum çıkması, üç kişinin birden
başını yemiş. Birinci askeri ikincisini kaybettiği için, ikincisini
kaybolduğu için, celladı da verilen emri yerine getirmediği için ölüme
mahkum etmiş.

Öfke saklanmaya da gelmez, büsbütün içimize işler. Demosthenes
bir meyhaneye girmiş, kimse görmesin diye arkalarda bir yer
arıyormuş. Diogenes görmüş ve demiş ki: Ne kadar arkalara gidersen
meyhaneye o kadar girmiş olursun. (Kitap 2, bölüm 22)

5 Ocak 2009 Pazartesi

SAVAŞ ÜSTÜNE

Gelelim savaşa: İnsanların en büyük, en şatafatlı eylemlerinden biri
olan savaşı, bizim hayvanlara üstünlüğümüzü göstermekte mi
kullanacağız, yoksa tam tersine, budalalığımızı, eksikliğimizi mi?
Doğrusu, birbirimizi paralayıp öldürme, kendi türümüzü yıpratıp
yoketme sanatımızın, bu sanattan yoksun olan hayvanları
imrendirecek bir yanı olmasa gerek.
Ne zaman bir aslanı daha güçlü bir aslan öldürdü? Hangi ormanda
Büyük domuzun dişi küçük domuzu paraladı? (Juvenalis)
Ama hayvanların tümü bu marifetten uzak kalmış da denemez: Bal
arıları arasında da azgın çatışmalar olur, iki hasım ordunun başları
bizim krallar gibi davranırlar:
Bir kavgadır kopar iki bey arasında çoğu kez O zaman seyredin arı
milletindeki azgınlığı; O coşkun vızıltılı savaş hengamesini.
(Vergilius)

Bu yaman tasviri her görüşümde insanların saçmalığını, budalalığını
okur gibi olurum onda. Çünkü azgınlığı ve korkunçluğuyla insanı
kendinden geçiren savaş tepinmeleri, o gümbürtü ve çığlık kasırgası.

Kimi yerde bir parıltı sarar gökleri

Ayak patırtıları yükselir her yandan

Dağlara çarpan bağrışmalar

Yankılanır yıldızlara doğru. (Lucretius)

O kaç binlerce silahlı insanın korkunç düzenliliği, bunca azgınlık,
bunca coşkunluk, bunca yiğitlik... Bütün bunların ne boş nedenlerle
parlayıverdiğini ve ne sudan nedenlerle sönüverdiğini düşününce
gülüyor insan:

Paris'in aşkıymış derler Hellenlerle Barbarları savaşa sokan.
(Horatius)

Paris'in zamparalığı yüzünden koca Asya savaşlarla bitti tükendi. Bir
tek adamın tutkusu, bir kırgınlık, bir keyif, bir karı koca kıskançlığı,
ringa balığı satan iki kadının birbirini tırmıklamasına değmez.
Böylesine nedenler bütün o büyük hengamenin canı, ilk hızı
olabiliyor. Savaş çıkaranların kendilerine inanır mısınız? Dinleyin
imparatorların en büyüğünü, en çok zafer kazanmış olanını, en
güçlüsünü; bakın nasıl eğleniyor kendi kendisiyle, çocukça hoşlanarak
nasıl alay ediyor karadan, denizden giriştiği birçok savaşlarla,
ardından giden beşbin insanın kanıyla, canıyla, seferleri uğruna
dünyanın iki büyük parçasında harcanan nice güçler ve zenginliklerle:
Antonius Glaphyra ile yatır diye benim de Fluvia ile yatmam
gerekirmiş, Fluvia ya göre. Yatacak mıyım ben şimdi Fluvia ile,
Manius'la da mı yatacağım gerekiyor diye? Kendine gel! Ya savaş, ya
yatak diyor kadın. Ne demek? Canım mı daha değerli, erkekliğim mi?
Çalsın savaş boruları! (Martialis)

İşte o büyük ordu, yeri göğü titreten o binbir yüzlü, binbir ayaklı
ordu:

Likya denizi üstünde ak dalgalar yuvarlanır gibi Sert Orion kış
sularına gömüldüğü zaman, Ya olgun yaz buğdayları gibi Hermus'un,
Likya'nın sarışın, ovalarında, Ürperiyor çiğnenen toprak,
gümbürdüyor kalkanlar. (Vergilius)

Binlerce kollu, binlerce kafalı bu azgın dev nedir aslında? Hep aynı
zavallı, dertli, cılız insanoğlu! Kızışıp kaynaşan bir karınca
yuvasından başka bir şey mi ki bu?

Kara tabur ilerliyor ovada. (Vergilius)

Ters bir rüzgar, bağrışan bir karga sürüsü, bir atın sürçmesi,
yukarıdan bir kartalın geçivermesi, bir rüya, bir ses, bir görüntü, bir
sabah sisi yeter bu devi yıkıp yere sermeye. Güneşin bir ışını vurmaya
görsün yüzüne, eriyip dağılıverir. Biraz toz serpiverin gözlerine (bizim
şairin arılarına serpildiği gibi) bakın nasıl kopup param parça oluyor
sancak erleri, alaylar, başlarında büyük Pompeius'la birlikte; çünkü
oydu sanırım Sertorius'un bu yaman silahlarla İspanya'da yendiği.
Aynı silahları Eumenes Antigonus'a, Surena Crassus'a karşı
kullanmıştı.

O azgın yürekler, o korkunç cenkler, Biraz toz atın durulur hepsi.
(Vergilius)

Bizim arıları bile salsanız üstüne, güçleri ve yürekleri yeter o devi
bozmaya. Daha geçenlerde Portekizliler, Xiatima'da Tamyl şehrini
kuşatmışlardı. Arısı bol olan bu şehir halkı surların üstüne yüzlerce
kovan getiriyorlar; ateş yakıp arıları dumanla birden öyle salıyorlar ki
dışarı, saldırılarına ve iğnelerine dayanamayan düşman bırakıp gidiyor
kuşatmayı...

İmparatorların ruhlarıyla çarıkçıların ruhları aynı kalıptan çıkmadır.
Kralların gördüğü işlerin önemine, ağırlığına bakıp öyle sanıyoruz ki
bunları yaptıran nedende önemli ve ağırdır aldanıyoruz. Onları
davranışlarında dürtükleyip durduran nedenler bizimkilerden başka
türlü değildir. Bizi bir komşumuzla kapıştıran nedenin aynısı krallar
arasında bir savaş koparır. Bize bir uşağı kırbaçlatan nedenin tıpkısı
bir krala düştü mü bir ili yıktırır ona. Onların istedikleri de bizimkiler
gibi sudan, ama yapabildikleri daha fazla. Bir peynir kurduyla bir fili
aynı iştahlardır dürtükleyen. (Kitap 2, bölüm 12)

9 Kasım 2008 Pazar

YARARLI VE GÜZEL ÜSTÜNE

Eskiden, Epaminondas'ı üstün insanların en başına koymuştum; bu
düşüncemi bugün de değiştirmiş değilim. Kendi kendisine yüklediği
ödevlere ne kadar saygılıydı bu insan. Yendiği insanlardan hiçbirini
öldürmedi. Yurdunu özgürlük dediğimiz o paha biçilmez nimete
kavuşturmak için zorbaları ve suç ortaklarını biçimsel adalete
uymadan, vicdan rahatlığıyla öldüren bu adam, düşmanları arasında ve
savaşta bir dostunu, bir konuğunu ya da kendisini konuklayanı öldüren
yurttaşlarını, ne kadar iyi bilinseler, kötü sayıyordu. İşte, zengin ruh
yaratılışı buna derim ben. En sert, en kaba insan eylemleriyle,
filozofların bulabileceği en ince iyiliği ve insanlığı uzlaştırabiliyordu.
O azgın yürek, o acıya, ölüme, yoksulluğa öylesine dayanan o demir
yürek nasıl oluyor da, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, en tatlı, en
babacan duygularla yumuşayabiliyordu? Kendisinden başka herkesi
yenmiş bir ulusu, kılıç ve kan dehşetiyle allak bullak eden insan,
böylesine bir kargaşalık içinde, düşmanları arasında bir dosta, evinde
kaldığı bir insana raslayınca kuzuya dönüyordu. Savaşı, en azgın
anında, kıran kırana, kan gövdeyi götürürken iyi duygularla
dizginlemesini bilen kişi, savaşa komutanlık yapmasını gerçekten en
iyi bilen kişidir. Böylesi azgınlıklar içinde en ufak bir adalet örneği
gösterebilmek bir mucizedir. Yalnız Epaminondas'ın sertliği, en
yumuşak, en temiz, en tatlı insanlık duygularıyla kaynaşmasını
başarabilmiştir. Kimi komutanlara göre, silahlı insanlar karşısında
yasalar sökmezken, kimine göre, adalet zamanı başka, savaş zamanı
başka iken (Caesar) kimine göre silahların sesi yasaların sesini
duymaya engel olurken (Marius), bizim Epaminondas savaşta en ince
kibarlıktan, insanlıktan ayrılmasını biliyordu. Belki savaş azgınlığı ve
hoyratlığını, Musa'ların, sanat ve bilim perilerinin tatlılığı ve güler
yüzleriyle yumuşatmasını düşmanlarından öğrenmişti.

Epaminondas kadar büyük bir eğiticiden sonra diyebiliriz ki,
düşmanlarımıza bile yapılması doğru olmayan şeyler vardır ve ortak
yarar özel yarardan her şeyi istememelidir.

Manente memorla etlam in dissidio puslicorum faederim privati
furiş. (TitusLivius)

Kamusal bozuşmalar ortasında kişisel haklar unutulmadığından.

Et nulla potentia vires

Prraestandi, ne quid pecet amicus, habet; (Ovidius)

Hiçbir devlet gücü hak veremez

Dostluk bağlarının koparılmasına.

Ne kralına hizmet için, ne kamu yararı, ne de yasalar uğruna her şeyi
hoşgörebilir iyi bir insan:

Non enim patria praestat omnibus officiis ..... et ipsi
condusit pios hasere cives im parentes. (Cicero)

Çünkü yurt bütün ödevlerin üstünde değildir ve yurttaşların
yakınlarını sevmesi yurdun yararınadır.

İç savaşlarla geçen zamanlarımıza uygun bir ders veriyor bu sözler.
Kuşandığımız zırhların yüreklerimizi katılaştırması hiç de gerekli
değil; sırtımızın katılaşması yeter. Kalemlerimizi mürekkebe
batırmakla yetinelim, kana batırmayalım. Dostluğu, kişisel bağları,
verdiğimiz sözü, yakınlarımızı kamu yararına devlet uğruna hiçe
saymak büyük bir yiğitlik ve eşine az raslanır yaman bir erdemse eğer,
kendimizi özürlü göstermek için diyebiliriz ki bu kadar büyüklüğü
Epaminondas'ın büyük yüreği bile kaldıramamıştı.

Şöylesine azıtılmış bir ruhun kudurmuşca kışkırtmalarından da nefret
ediyorum doğrusu:

Dum tela micant, non vos pietatis imago Ulla, nec adversa conspecti
fronte parentes Commoveant; vuftus gladıo turbate verendos. (Lucianus)

Kılıç kından çıkınca bütün duygular susmalı! Karşı cephede
babalarınrzı da görseniz Paralayın suratlarını yalın kılıcınızla.
Sütü bozuklara, kana susamışlara, hainlere, haklı görünerek cinayet
işlemek fırsatını vermeyelim.

Öylesine azgın, amansız bir adaleti bırakalım; daha insanca
davranışlardan örnek alalım. Zaman ve olaylar neler öğretmiyor
insanlara! Cynna'ya karşı girişilen iç savaşta, Pompeius'un bir askeri,
karşı tarafta savaşan kardeşini farkına varmadan öldürünce, utanç ve
kederinden hemen kendini de öldürüyor. Birkaç yıl sonra aynı halkın
bir başka iç savaşında askerin biri de kardeşini bile bile öldürdüğü için
komutanlarından ödül istiyor!

Bir eylemi yararlı olduğu için dürüst ve güzel saymak yanlıştır;
herkesi o eyleme zorlamak, yararlı diye herkes için onurlu olacağı
sonucuna varmak doğru değildir:

Omnia non parüer rerum sunt omnibus apta.

Her şey tıpa tıp uygun değildir herkese.

İnsan toplumunun en zorunlu, en yararlı eylemini, evlenmeyi alalım.
Azizlere göre güzel ve dürüst olan evlenmemektir; en şerefli
saydıkları görevlerinde evlenmeye yer vermezler: Oysa biz haralarda,
yalnız az değerli hayvanların çiftleşmesine engel oluruz. (Kitap 3,
bölüm 1)

17 Ağustos 2008 Pazar

YAŞAMAK VE ÇALIŞMAK

Doğa bir ana gibi davranmış bize: İstemiş ki ihtiyaçlarımızı
gidermek zevkli bir iş de olsun üstelik: Aklımızın istediği şey,
iştahımızın da aradığı şey olsun: Onun kurallarını bozmaya hakkımız
yok.
Caesar'ın ve İskender'in, en büyük işleri başarırken, doğal ve budan
ötürü gerekli ve akla uygun zevkleri bol bol tattıklarını görünce, buna
ruhu gevşemek demem; tersine, o zor işleri ve yorucu düşünceleri dinç bir yürekle günlük hayatın bir parçası haline sokmak, ruhu
sağlamlaştırmaktır derim. Zevklerin gündelik zaferlerini olağanüstü iş
saymışlarsa bilge adamlarmış. Biz pek şaşkın varlıklarız: Filanca
hayatını işsiz güçsüz geçirdi, deriz; bugün hiçbir şey yapmadım, deriz
-Bir şey yapmadım ne demek? Yaşadınız ya! Bu sizin yalnız başlıca
işiniz değil, en parlak, en onurlu işinizdir: Bana büyük işler çevirmek
olanağını verselerdi, neler yapmaya gücüm olduğunu gösterirdim,
deriz. Önce siz kendi hayatınızı düşünmeyi, çevirmeyi bildiniz mi?
Bildinizse bütün işlerin en büyüğünü görmek için büyük fırsatlara
ihtiyaç yoktur hangi mevkide olursa olsun, perde arkasında da, perde
önünde de insan kendini gösterir. Bizim işimiz kitap doldurmak değil,
ahlakımızı yapmaktır; savaşmak ülke kazanmak değil, yaşayışımıza
dirlik düzenlik getirmektir; En büyük en onurlu eserimiz doğru dürüst
yaşamaktır. Geri kalan her şey, başa geçmek, para yapmak, binalar
kurmak, nihayet ufak tefek eklentiler, yollardır. Bir komutanın, az
sonra hücum edecek olduğu bir kalenin eteğinde dostlarıyla tümüyle
serbest ve rahatça, kaygısızca sohbete dalması, Brutus'un herkesin
kendisine ve Roma'nın özgürlüğüne karşı pusu kurduğu bir sırada
gece dolaşmalarından birkaç saat çalarak tam bir sessizlik içinde
Polybius'u okuyup notlar yazması ne güzel bir şey! Düşündükçe içim
açılır. Ancak küçük ruhlar işlerin ağırlığı altında ezilir; onlardan
sıyrılmayı, bir yerde durup yeniden başlamayı bilmezler.

O fortes pejoraque passi

Mecum saepe viri, nunc vino pellite curas;

Cras ingens iterabimus aequor. (Horatius)

Ey benimle bunca çetin işler görmüş yiğitler,

Bugün, dertlerinizi şarapla giderin

Yarın engin denize açılacağız. (Kitap 3, bölüm 13)

11 Temmuz 2008 Cuma

HERKESİN DEĞERİ KENDİNE GÖRE


Kendim nasılsam başkasını ona göre değerlendirmek hatasına
düşmem çokları gibi. Buna aykırı düşen şeylere kolayca inanırım.
Kendimi bağlı hissettiğim bir biçime başkalarını zorlamam herkes
gibi. Bambaşka bir türlü yaşama biçimi olabileceğine inanır, akıl
erdirebilirim.
Çoklarının tersine de, aramızdaki ayrılığı benzerlikten daha kolay
kabul ederim. Başkasının benim hallerimden ve ilkelerimden dilediği
kadar uzak kalmasını hoşgörürüm. Herkesi düpedüz ve bağımsız
olarak kendi kişiliğiyle görür, kendi örneği içinde değerlendiririm.
Kendim perhiz yanlısı olmadığım halde kimi rahiplerin perhizciliğini
içtenlikle beğenmekten, davranışlarını uygun bulmaktan geri kalmam:
Hayal gücümle kendimi onların yerine koyabilirim pekala. Hatta
benden ne kadar ayrı iseler o ölçüde daha da çok sever ve sayarım
onları. Birbirimizin kendi içinde değerlendirilmesini, kimsenin herkes
gibi olmaya zorlanmamasını candan dilerim.

Kendi güçsüzlüğüm başkalarının gücü kudreti üstüne beslemem
gereken düşünceleri hiç değiştirmez.

Sunt qui laudent, nisi quod se imitari posse confidunt. (Horatius)

Kimileri yalnız taklit edebilir sandıklarını överler.

Yerin çamurunda sürünürken de, ta göklerde, kahraman ruhların
yüceliğini görmekten geri kalmam. Yaptıklarımın değilse bile
düşüncemin düzgün olması, hiç olmazsa bu önemli yanımın
bozulmadan işlemesi bana çoktur bile. Bacaklarım tutmazken
irademin sağlam kalması az şey değildir. Yaşadığımız çağ, bizim
iklimde hiç değilse, öylesine bozulmuş ki erdemin yaşanması şöyle
dursun tasarlanması bile bir hayli zor. Yalnız okul sözlüğünde kalmışa
benziyor erdem:

Virtutem verba putan, Ut lucum ligna (Horatius)

Erdem sadece bir söz onlar için Ve kutsal orman sadece odun.

Quam verreri deberet, etiamsi percipere non posent. (Tusculanes)

Erdem ki saymaları gerekir, anlamasalar bile. (Kitap 1, bölüm 37)

ZORLUĞUN DEĞERİ

Filozofların en akıllıları derler ki: akla uygun hiçbir şey yoktur ki
tam tersi de akla uygun olmasın. Yakınlarda gevelediğim bu güzel
sözü eskilerden biri (Seneca) yaşamayı küçümseme yolunda
kullanmış: Ona göre, yalnız yitirmeye hazırlandığımız bir nimet bize
zevk verebilir.

In auquo est dolor amissae rei, et timor amittendae. (Seneca)

Yitirme acısıyla yitirme korkusu bir kapıya çıkar.

Demek ister ki bununla, yaşamayı yitirme korkusunda olursak,
yaşamanın tadını çıkaramayız. Ama bunun tersi de söylenebilir:
Yaşamaya bu kadar sıkı sarılıp, böylesine bir sevgiyle bağlanmamış,
onun temelli olmadığını gördüğümüz, elimizden çıkmasından
korktuğumuz içindir. Gerçek ortada çünkü: Ateş nasıl soğuktan hız
alıyorsa bizim istemimiz de kendi karşıtıyla bilenip keskinleşiyor:

Si numquam Danaen habuisset abenea turis,

Non esset Danae de Jove facta parens. (Ovidius)

Danae yi funçtan kuleye komasalardı

Jupiter den hiç gebe kalmazdı Danae.

Bolluğun verdiği doygunluktur zevkimizi en fazla körleten;
zevkimizi en fazla bileyen, coşturan şeyse özlediğimizi az ve zor
bulmaktır.

Ominum rerum voluptas ipso quo debet fufare
periculo crescit (Seneca)

Her şeyin zevki, bizi itmesi gereken tehlikeyle artar.

Galla, nega: satiatur amor, nisi gaudia torquent. (Martialis)

Galla, hayır de: aşk azapla beslenir yalnız.

Aşkın gevşememesi için Likurgos Lakedemonya'da evlenenlerin
gizli yatıp kalkmalarını buyurmuş: Evlilerin yatakta görülmeleri, bir
başkasıyla yatmaları kadar ayıp sayılıyormuş. Buluşmaların zorluğu,
yakalanma tehlikesi, sonradan duyulacak utanç:

Et languor, et silentium,

Et latere petitus imo spritus (Horatius)

Ya o baygınlık, o sessizlik,

Ya o derinden gelen gizli ahlar,

Bütün bunlardır salçayı kıvamına getiren. Sevişmenin nice hoşlukları
aşkın etkilerinden çekinerek, utanarak söz etmekten doğmaktadır.
Şehvetin kendisi bile acı duyarak kızışmak ister. İncittiği, tırmaladığı
zaman daha tatlı olur. Fahişe Flora, Pompeus'la yatıp da üzerinde
dişlerimin izini bırakmadığım olmadı, dermiş.

Quod petire premunt arcte, faciuntque dolorem Corporis, et dentes
inlidunt saepe lebellis:

Et stimuli supsunt, qui instigant laedere id ipsum Quodcumque est,
rabies unde illi germina surgunt. (Lucretius)

Arzuyla sarıldıklarının canı yanar; Dişleri ısırır çok kez nazik
dudakları. Gizli dürtüler incitmeye iter onları. Her tuttuklarını;
azgınlıkları artar böylece.

Her işte görülen budur: Zoduk değer kazandırıyor her şeye. (Kitap 2,
bölüm 15)

1 Haziran 2008 Pazar

AKIL ERDİREMEDİĞİMİZ GERÇEKLER


Kolayca inanma ve inandırılmayı saflığa ve bilgisizliğe vermekte
haksız değiliz her zaman. Şöyle bir şey öğrendiğimi sanıyorum
eskiden: İnanç ruhumuza bastırılan bir damga gibidir; ruh ne kadar
yumuşak olur, ne kadar az karşı koyarsa, ona bir şeyi mühürlemek o
kadar kolay olur. Hele ruh bomboş ve darasız olursa, ilk inandırmanın
ağırlığı altında daha da kolaylıkla eziliverir. Onun için, çocuklar,
bilgisizler, kadınlar ve hastalar kulaktan doldurulup yürütülmeye daha
elverişlidirler.
Evet, ama, öbür yandan da, bize olağan gelmeyen her şeyi
olmaz diye hor görüp çöpe atmak da budalaca bir böbürlenmedir.
Kendilerini herkesten üstün kafalı sayanlarda hep görürüz bunu.
Eskiden ben de düşerdim buna: Hortlaklardan, gelecek üstüne
kerametlerden, büyülerden, yutmadığım daha başka şeylerden söz
edildi mi, bu saçmalıklara inandırılan zavallı halka acırdım. Bugün
görüyorum ki kendim de acınacak haldeymişim o zaman: Sonradan
gördüklerimle ilk inançlarımı değiştirmiş, ya da böyle şeylere
sonradan merak salmış değilim; ama aklım sonradan öğretti ki bana,
her hangi bir şey için yekten olmaz diye kesip atmak kendimizde
tanrının ve doğa anamızın isteyip yapabilecekleri her şeyin sınırlarına
varan bir kafa üstünlüğü görmek olur. Olabilecek şeylerin hepsini
kendi yetenek ve göreneklerimize bağlamaktan daha büyük bir
çılgınlık olamaz dünyada. Aklımızın eremediği her şeye masal,
mucize deyip gerçek dışı sayarsak, az şey mi görüyorsunuz
her gün aklımızın ermediği? Bir düşünelim, ne sisler arasından
ne emeklerle elimizin altındaki şeylerden birçoğunun bilgisine
ulaştırıyorlar bizi. O zaman anlarız ki bize acayip gelmeleri onları
bildiğimizden değil alışkanlığımızdan geliyor daha çok.

Jam nemo, fessus satiate videndi, Suspicere in caeli dignatur lucida
templa. (Lucretius)

Gözleri doymuş olduğu için şaşmıyor kimse Başının üstündeki ışık
tapınaklarına.

Nice alıştığımız şeyleri bize yeniden gösterseler, en olmayacak
şeylerden daha garip gelecektir bize onlar.

Si nunc primum mortalibus adsint

Ex improviso, ceu sint objecta repente,

Nil magis his rebus poterat mirabile dici.

Aut minus ante quod auderent fore credere gentes. (Lucretius)

Bugün birden gözlerimiz önüne gelseler

Varlıkları fışkırıverse karşımızda

Bizi en çok şaşırtacak onlar olur

Bütün bildiklerimize aykırı görünürler.

Hiç ırmak görmemiş biri ilk kez bir ırmak gördüğünde
deniz sanmış onu. Bizim en büyük bildiğimiz şeyleri, doğanın o
konudaki son sınırları sayarız:

Scilicet et fluvius, qui non est maximus, el est

Qul non ante aliquem majorem vidit, et ingens

Arbor homoque videtur; et omnia de genere omni

Maxima quae vidit quisque, haec ingentia fingit. (Lucretius)

Böylece, bir ırmak büyük olmasın isterse

Daha büyüğünü bilmeyene büyük gelir;

Bir ağaç, bir insan da öyle. Her şeyde,

En büyük gördüğümüzü devleştiririz.

Conseutudine oculorum assuescunt animi, neque admirantur, neque
requirunt rationes earum quas semper vident. (Cicero)

Gözlerin alışkanlığıyla kafalar da her şeye alışır; her an görmekte
olduğumuz şeylere şaşmayız, nedenlerini aramayız onların.

Gördüğümüz şeylerin yeniliği, büyüklüğünden çok şaşırtır ve
nedenlerini aramaya iter bizi.

Doğanın sonsuz gücü karşısında daha saygılı olmamız,
bilgisizliğimizi, yetersizliğimizi bilmemiz gerekir. İnanılır kişilerin
söylediğince olmayacak şeyler duyuyoruz; bunlara inanmasak bile
kesip atmamalıyız; çünkü olmaz deyip geçmez, olabilecek şeylerin
nereye varabileceklerini bildiğimizi ileri sürmek olur haddimizi
bilmeden. Olmayacakla alışılmadık arasında, doğanın akış düzenine
aykırı olana insanların ortak inançlarına aykırı olan arasındaki ayrılığı
iyi kavrarsak, bir şeye inanmakta da, inanmamakta da, haddimizi
bilecek olursak, Chilon'un kuralına uymuş oluruz: hiçbir şeyde aşırı
gitme yok. (Kitap 1, bölüm 18)

26 Nisan 2008 Cumartesi

İNSAN VE ÖTESİ


Kendini beğenmek insanın özünde, yaratılışında olan bir hastalıktır.
İnsan yaratıkların en zavallısı, en cılızıdır öyleyken en mağruru da
odur. Şurada, dünyanın çamuru ve pisliği içinde oturduğunu, evrenin
en kötü, en ölü, en aşağı katında, göklerin kubbesinden en uzakta, üç
cinsten yaratıkların en kötü haldekileriyle birlikte, dünya evinin en alt
katına bağlı ve çakılı olduğunu bilir, görür ve yine hayaliyle, aydan
yukarılara çıkıp gökleri ayaklarımın altına indirmek sevdasıyla yaşar.
Aynı hayal gücüyle kendini tanrıyla bir görür; kendisine tanrısal
özellikler verir; kendini öteki yaratıklar sürüsünden ayırıp kenara
çeker, arkadaşları, yoldaşı olan varlıklara yukardan bakar; her birine
uygun gördüğü ölçüde güçler ve yetenekler dağıtır.

Biz insanlar öteki yaratıkların ne üstünde ne altındayız. Bilge der ki,
göklerin altındaki her şey, aynı yasanın ve aynı yazgının
buyruğundadır.

Indupedita suis fatalibus omnia vinclis. (Lucretius)

Her şey, kırılmaz zincirleriyle bağlı yazgının.

Bazı ayrılıklar, düzeyler ve dereceler vardır; ama her şeyde aynı
doğanın yüzü görülür.

Res quoeque suo ritu procedit, et ommes

Foedere naturae certo discrimina servant (Lucretius)

Her şey kendine göre gelişir ve hepsi

Sürdürür doğa düzeninin ayrılıklarını. (Kitap 11, bölüm 12)

19 Mart 2008 Çarşamba

DOSTLUK

Dost ve dostluk dediğimiz, çokluk ruhlarımızın beraber olmasını
sağlayan bir raslantı ya da zorunlulukla edindiğimiz ilintiler,
yakınlıklardır. Benim anlattığım dostlukta ruhlar o kadar derinden
uyuşmuş, karışmış kaynaşmıştır ki onları birleştiren dikişi silip
süpürmüş ve artık bulamaz olmuşlardır. Onu (Etienne de la Boetie:
Montaigne'in en iyi dostu. İyi yürekliliği ve bazı şiirleriyle
tanınmıştır.) niçin sevdiğimi bana söyletmek isterlerse bunu ancak
şöyle anlatabilirim sanıyorum: Çünkü o, o idi; ben de bendim.

Ruhlarımız o kadar sıkı bir birliktelikle yürüdü, birbirini o kadar
coşkun bir sevgiyle seyretti ve en gizli yanlarına kadar birbirine öyle
açıldılar ki ben onun ruhunu benimki kadar tanımakla kalmıyor,
kendimden çok ona güvenecek hale geliyordum.

Öteki sıradan dostlukları buna benzetmeye kalkışmayın: Onları, hem
de en iyilerini ben de herkes kadar bilirim. O dostluklarda insanın, eli
dizginde yürümesi gerekir: Aradaki bağ, güvensizliğe hiç yer
vermeyecek kadar düğümlenmiş değildir. Chilon (Eski Yunanistan'ın
ünlü bilgelerinden biri.) dermiş ki: «Onu (dostunuzu), bir gün
kendisinden nefret edecekmiş gibi sevin; ondan, bir gün kendisini
sevecekmiş gibi nefret edin.» Benim anlattığım yüksek ve yalın
dostluk için hiç yerinde olmayan bu davranış, öteki dostluklara
uyabilir. Bunlar için, Aristoteles'in sık sık tekrarladığı şu sözü de
kullanabiliriz: «Ey dostlarım, dünyada dost yoktur...»

Onsuz yorgun ve bezgin sürüklenip gidiyorum: Tattığım zevkler bile,
beni avutacak yerde ölümünün acısını daha fazla artırıyor. Biz her
şeyde birbirimizin yarısı idik; şimdi ben onun payını çalar gibi
oluyorum:

Nec fas esse ulla me voluptate hic frui

Decrevi, tantisper dum ille abest meus particeps (Terentius)

Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden yoksun kalınca,

Hiçbir zevki tatmamaya karar verdim.

Her işte onun yarısı, ikinci yarısı olmaya o kadar alışmıştım ki şimdi
artık yarım bir varlık gibiyim.

Illam meae si partem animae tulit

Maturior vis, quid moror altera,

Nec chanıs aeque, nec superstes

Integer? Ille dies utramque

Duxit ruinam (Horatius)

Mademki zamansız bir ölüm seni, ruhumun yarısı olan seni alıp
götürdü, yeryüzünde varlığımın yarısından, en aziz parçasından
yoksun yaşamakta ne anlam var? O gün ikimiz birden öldük.

Ne yapsam, ne düşünsem onun eksikliğini duyuyorum. O da benim
için elbette aynı şeyi duyardı. Çünkü o, diğer bütün değerlerinde
olduğu gibi dostluk duygusunda da benden kat kat üstündü. (Kitap 1,
bölüm 28)

11 Şubat 2008 Pazartesi

HER ŞEY MEVSİMİNDE

Her şey mevsiminde gerek; iyi şeyler ve onlarla birlikte her şey.
Benim artık dua kitabıyla işim kalmadı. Quintius Flaminiun'un, ordusunun başında savaşa hazırlanırken bir kenara çekilip tanrıya dua ettiğini görmüşler savaşı kazandığı halde, yine de ayıplamışlar bu davranışını.

Imponit finem sapiens et rebus honestis. (Juvenalis)
Bilge, iyi şeylerde bile bir ölçü gözetir.

Eudemonidas, Xenokrates'in pek ihtiyar halinde, okula derse koştuğunu görmüş de: Bu adam hala öğreniyor, ne zaman bilecek? demiş.

Philopoimenes de, Kral Ptolemaios'u, her gün silah kullanıp
vücudunu işletiyor diye övenlere demiş ki: Bu yaşta, kralın silah
talimleri yapması övünülecek bir şey değil; onun yapacağı iş artık
silahları kullanmaktır.

Bilgeler der ki, genç hazırlanmalı, ihtiyar yaşamalı. İnsan doğasında
bilgelerin gördükleri en büyük kusur da arzularımızın durmadan
yenilenmesidir.

Her gün hayata yeniden başlıyoruz. Öğrenmek ve arzu etmek iyi
ama, ihtiyarladığımızı da unutmamak gerek. Bir ayağımız çukurdadır,
hala içimizde yeni istekler, dilekler doğar.

Tu secanda marmora

Locas sub ipsum funus, et sepulchri

Immemor, struis domos. (Horatius)

Ölüm karşına gelmiş,

Sen mezarını düşünecek yerde

Mermer yontturup evler yaptırmaktasın.

Benim en uzun süreli niyetlerim, nihayet bir yıllıktır artık göçmeye
hazırlanıyorum.

Yeni umutlara düşmekten, yeni işlere girişmekten kaçınıyorum;
bıraktığım her yeri son kez selamlıyorum; benim olan her şeyden her
gün biraz daha elimi çekiyorum.

Olim jam nec perit quicquam mihi nec acquiritur.

Plus superest viatici quam viae. (Seneka)

Bir hayli zamandır artık ne bir şey yitiriyor

Ne de bir şey kazanıyorum;

Kendisinden çok.

Görmüyor muyuz?

Vixi, et quem dederat cursum fortuna peregi. (Vergilius)

Yaşadım, talihin bana yürüttüğü yol bitti.

İhtiyarlığımın bana verdiği bütün ferahlık, hayatı bulandıran arzu ve
endişelerden birçoğunu söndürmüş olmasıdır: Dünyanın gidişine,
servete, büyüklüğe, bilime, sağlığa, kendime ait tasam kalmadı. İnsan
da var ki, sonsuz olarak susmayı öğreneceği bir zamanda konuşmayı
öğrenmeye kalkar.

İnsan her zaman öğrenmeye devam edebilir ama öğrenciliğe değil:
Alfabe okuyan bir ihtiyarın durumu gülünçtür.

Diversos diversa juvant, non omnibus annis

Omnia conveniunt. (Gallus)

Zevkler insandan insana değişir,

Her şey her yaşa uygun düşmez.

Öğrenmek gerekirse, durumumuza uygun bir şey öğrenelim;
ihtiyarlıkta öğrenim ne işe yarar diye sordukları zaman biz de:
Hayattan daha iyi, daha rahat ayrılmaya, diye cevap verebilelim. Genç
Kato ölümünü yakın hissettiği bir sırada, eline geçen bir Platon
diyaloğunu, ruhun ölmezliği üstüne olan diyaloğu, bu amaçla
okuyordu. Sanılmasın ki Kato çok daha önceden kendini ölüme
hazırlamıştı; hayır, ondaki kadar metinlik, kendinden eminlik ve
olgunluk Platon'un yazılarında yoktur; bu bakımdan onun bilgisi ve
yürekliliği felsefenin üstünde idi.

Bu diyaloğu okumakla ölüme hazırlanmıyordu; ölüm düşüncesiyle
uykusuna bile aralık vermeyen bir insan gibi, hiç istifini bozmadan her
gün yaptığı işlerden biri olan okumasına rastgele bir kitapla devam
ediyordu.

Pretörlükten düştüğü geceyi oyunla geçirmişti; öleceği geceyi de
okumakla geçirdi; yaşamını yitirmek onun için mevkiini yitirmekten
farklı bir şey değildi. (Kitap 2, bölüm 28)

5 Ocak 2008 Cumartesi

BİLGİ VE DÜŞÜNCE

Öğrenimden kazancımız daha iyi ve daha akıllı olmaktır. Epiharmus
(Pythagoras okulundan bir filozof.) der ki, insan düşünce ile görür ve
duyar; her şeyden yararlanan her şeyi düzene sokan, başa geçip
yöneten düşüncedir; geri kalan her şey kör, sağır ve cansızdır. Şu
kesin ki çocuğa kendiliğinden bir şey yapmak özgürlüğünü
vermemekle onu korkak bir köle durumuna sokuyoruz. Retorika ve
gramer üstüne, Cicero'nun şu veya bu cümlesi üstüne öğrencisinin ne
düşündüğünü kim sormuştur? Bunları Tanrı sözü gibi belleğimize
basmakalıp yapıştırırlar; harfler ve sözcükler, anlatılan şeyin kendisi
haline gelir. Ezber bilmek, bilmek değildir; belleğimize emanet edilen
her şeyi saklamaktır. İnsan, kendiliğinden bildiği her şeyi ustasına
bakmadan, kitaptaki yerini aramadan, istediği gibi kullanır. Tümüyle
kitaptan bir bilgi ne sıkıcı bilgidir! Böyle bir bilgi bir süs olarak
kullanılsın: Ama temel olarak değil. Nitekim Platon, gerçek felsefenin
sağlam irade, inanç ve dürüstlük, amaçları başka olan öteki
bilimlerinse yalnızca süs olduğunu söyler. (Kitap 1, bölüm 26)

7 Aralık 2007 Cuma

BABALAR Ve ÇOCUKLAR

Çocukların babalarına karşı duydukları, saygıdır daha çok.
Duygu düşünce alışverişleriyle beslenen dostluk onlar arasında
kurulamaz; dünyaları çok ayrıdır çünkü, üstelik doğal ödevleri de
örseler bu dostluk. Babalar bütün gizli düşüncelerini çocuklarına
açamazlar, yakışıksız bir sırdaşlık yaratmamak için; dostluğun baş
görevlerinden biri olan uyarmalar, akıl vermeler de çocukların
babalarına yapabilecekleri şeyler değildir. Kimi uluslarda çocukların
babaları, kiminde de babaların çocukları öldürmeleri adetmiş,
birbirlerine çıkarabildikleri zorlukları önlemek için, doğal olarak
birinin varlığı ötekinin yıkımına bağlı olduğu için. Babalarla çocuklar
arasındaki doğal bağları hor gören filozoflar da çıkmıştır Aristippos
bunlardan biridir. Kendisinden çıkmış olan çocuklarını nasıl olup da
sevmediği söylenince tükürmüş Aristippos ve demiş ki: Bu tükürük de
benden çıktı; bitler, kurtlar da çıkıyor benden! Plutarkhos'un
kardeşiyle barıştırmak istediği biri de şöyle der: Aynı delikten çıktık
diye kardeşimin büyük önemi olamaz benim için...

Babayla oğul apayrı mizaçlarda olabilirler, kardeşler de öyle.
Oğlum olur, akrabam olur, ama belalı, kötü, budala herifin biri de
olabilir. Hem sonra, yasaların ve doğal zorunluluğun bize buyurduğu
dostluklarda seçme ve isteme özgürlüğümüz azalıyor. Oysa bu
özgürlük sevgi ve dostluk kadar bizim diyebileceğimiz başka hiçbir
şey yaratamaz. (Kitap 1, bölüm 28)

Her inanç kendini can pahasına benimsetecek kadar güçlü olabiliyor.
(Kitap 1, bölüm 14)

DİZGİNSİZ TUTKULAR

Başkaları için yaşamayan kendi için de yaşayamaz:

Qui sibi amicus est

Scito hunc amicum omnibus esse (Seneka)

Kendine dost olan

Bilin ki herkese de dosttur.

Ama baş görevimiz kendimizi gereğince yönetmektir onun için
dünyadayız. Kendisi iyi yaşamasını unutan ve başkalarını iyi
yaşamaya zorlamak, alıştırmakla ödevini yaptığını sanan bir budaladır
onun gibi, başkasına hizmet için kendi dürüst ve sevinçli yaşamasını
bırakan da kötü, olumsuz bir yola girmiş olur bence.

Toplum için yüklendiğimiz görevlerde dikkatimizi, adımlarımızı,
sözlerimizi, alınterimizi, gerekirse kanımızı esirgememeliyiz:

Nun ipse pro charis amicis Aut Patria timidus perire (Horatius)

Hazırım canımı vermeye Dostlarım ve yurdum için. Ama geçici,
raslantıya bağlı olan bu görevlerde kafamız rahatını, sağlığını
yitirmemeli; eylemsiz değil, ama öfkesiz, tutkusuz kalmalıdır.
Ruhumuz eylemlerde pek çaba harcamaz, uykuda bile eylemler
içindedir hiç yorulmadan. Ama onu coşturmada ölçülü
davranmaktayız, çünkü beden üstüne yükleneni nasılsa öyle taşır; ama
ruh yüklendiğini çoğu kez kendi zararına büyütüp ağırlaştırır, dilediği
ölçüyü verir ona. İnsanlar aynı şeyleri ayrı çabalarla, değişik irade
gerginliğiyle yaparlar.

Ruh bedene, beden ruha ayak uydurmayabilir. Nice insanlar savaşı
hiç umursamadan savaşlara girerler her gün, ölümü göze alarak
katıldıkları savaşı yitirmek uykularını bile kaçırmaz. Öte yandan
başka bir insan evinde, atılamayacağı tehlikelerden uzakta, savaşın
sonucunu canı ağzında merak eder, savaşa kanını canını koyan
askerden daha fazla ruh çabası harcar. Ben toplum işlerine katılırken
kendimden tırnak boyu uzaklaşmamasını, kendimi, kendimden
geçmeden, başkasına vermesini bildim.

Taşkın ve azgın bir tutku giriştiğimiz işe yarardan çok zarar getirir,
olayların ters gitmesi, gecikmesi karşısında sabırsızlığa sürükler bizi,
işlerine baktığımız insanlardan soğutur, kuşkulandırır. Bizi avucuna
alan ve sürükleyen bir işi kendimiz iyi yönetemeyiz hiçbir zaman.

Mala cuncta ministrat, Impetus. (Seneka)

Çoşkunluk sarpa sardırır işleri.

İşe yalnız kafasını ve ustalığını koyan daha rahat yürütür işi.

Olayların gereklerine göre dilediği gibi dayatır, aşağıdan alır, erteler;
başarısızlığa uğradığı zaman bozulmaz, yıkılmaz; yeniden işe
oyulmaya bütün gücüyle hazırdır; ister istemez birçok tedbirsizliklere,
haksızlıklara düşecektir tutkusunun rüzgarına kapılır gider başından
büyük işlere girişir ve talih çok yardım etmedikçe pek başarı
kazanamaz. Filozofi, uğradığımız haksızlıkların öcünü alırken işe
öfke karıştırmamamızı ister; cezanın daha hafif olması için değil,
tersine daha etkin olması, daha ağır basması için. Azgınlık ölçümüzü
tam almaya engel olur çünkü. Öfke gözü karartmakla kalmaz,
ceza verenin kolunu da yorar. Bu ateş güçlerini uyuşturur, yakar.
Acele kendi kendisine çelme takar, tökezler ve durur:

Festinatio tarda est. (Quintus)

Acele gecikmedir.

Ipsa se Velocitas implicat. (Seneka)

Çabukluk kendisini engeller.

Sık sık gördüğüm örnekleriyle cimrilik de kendi kendisini köstekler;
ne kadar eli sıkı ne kadar gözü dönmüş olursa o kadar az kazanç
sağlar. Genel olarak cimriler, biraz cömertlik göstermekle, daha çabuk
zengin oluyorlar. (Kitap 3, bölüm 10)

24 Kasım 2007 Cumartesi

SEVENLER VE SEVİLENLER

Doğanın gerçekten bir yasası varsa, daha doğrusu hayvanlarla bizim
her yerde ve her zaman ortak bir içgüdümüz olabilirse (ki tartışma
konusudur) ben kendi hesabıma diyebilirim ki, her canlının kendini
koruma ve zararlardan kaçma çabasından sonra dölleyenin dölüne
beslediği sevgi bu alanda ikinci yeri tutar. Ve doğa, kurduğu
makinenin yedek parçalarını çoğaltıp sürdürmeye, hep daha ilerisini
sağlamaya bakıp bizden öyle istediği için, sevginin geriye doğru,
çocuklardan babalara karşı pek o kadar büyük olmamasına şaşmalı.
Buna Aristoteles'in düşüncesini de eklersek, birisine iyilik eden onu,
onun kendisini seveceğinden daha çok sever; borçlunun borçlu olduğu
kimseyi daha az sevmesi gibi. Her işçi de işini daha çok sever. Kaldı
ki biz var olmaya düşkünüz, var olmaksa devinmek, iş görmektir.
Onun için herkes işinde var oluyor gibidir. İyilik eden güzel, dürüst
bir iş görür; iyilik edilense bir yarar görmüş olur sadece. Ama
yararlılık doğruluktan daha az sevgi değer bir şeydir. Doğruluk
temelli, süreklidir; insanın ondan göreceği karşılık değişmez.

Yararlılık yiter, elden kaçar kolayca; anımsaması da ne uzun sürer,
ne de hoş gelir insana. En zora yapılan şeyi en çok severiz. Vermekse
almaktan daha zordur. (Kitap 2, bölüm 8)

19 Ekim 2007 Cuma

DÜŞÜNMEDE KENDİNDENLİK

Hemen bütün görüşlerimiz üstün sayılan kişilerden gelme,
başkalarından alınmadır. Hiç de kötü değil öyle olması; öyle cılız bir
çağda yaşıyoruz ki görüşlerimizi kendimiz seçsek en kötülerini
seçerdik. Sokrates'in bize dostlarınca aktarılan konuşmalarını herkes
beğendiği için biz de beğeniyoruz, kendi bildiklerimize dayanarak
değil. Öylesi konuşmalar geçerli değil bugün. Aramızdan Sokrates'e
benzer biri çıksa pek azımız değer verirdi ona.

Biz güzellikleri yalnız sivri, şişkin, süslü püslü olarak seviyoruz. Saf
ve sade olanlar kolayca kaçıyor bizim kaba gözlerimizden öylelerinin
ince ve saklı bir yanları var: İnsanın pussuz, yıkanmış, arınmış bir
bakışı olmalı ki o gizli ışıltıyı görebilsin. Biz saflığı budalalıkla
eşanlamda kullanıp kınamıyor muyuz? Sokrates doğal ve herkesinkine
benzer yoldan yürütüyor düşüncesini. Bir köylü, bir kadın onun gibi
söyler söyleyeceğini. Sözünü ettiği insanlar yalnız arabacılar,
doğramacılar, terlikçiler, dülgerlerdir. Açıklamaları, benzetileri hep
insanların en bayağı, en ortamalı eylemlerinden alınmadır; herkes
anlar. Böyle kaba bir biçiminin altında onun yüce düşüncelerinin
soyluluğunu, zenginliğini göremezdik biz; biz ki bilgiçlerin önem
vermediği her şeyi adi, aşağılık sayarız ve zenginliği yalnız
gösterişlerde süslerde püslerde görürüz. Bizim dünyamız gösteriş
üzerine kurulmuş; insanlar üfürükle şişiyorlar yalnız, balonlar gibi
hoplatılarak durabiliyorlar yukarda. Sokrates boş hayaller peşinde
koşmuyor. Amacı bize, yaşamaya gerçekten ve sıkı sıkıya bağlı ve
yararlı bilgiler, öğütler vermek.

servare modum, finemque tenere, taturamque sequi. (Lucianus)

işini düzenlemek, ödevini gözetmek ve doğaya uymak Sokrates hep
kendisi olarak kaldı ve en son güçlülük kertesine sıçramalarla değil
kendiliğinden yükseldi. Daha doğrusu hiçbir yere yükselmedi de
bütün terslikleri, bütün zorlukları kaynaklarına, doğal çıkış noktalarına
indirdi. Çünkü, örneğin Çato'da orta halli insanları çok aşan gergin bir
tutum görüyoruz. Yaşadığı yiğitlik serüvenlerinde ve ölümünde onu
hep dünyaya pek yukarılardan bakar görüyoruz. Oysa Sokrates'in
ayağı hiç yerden kesilmiyor, en yararlı düşüncelerini gevşek ve
özentisiz adımlarla yürütüyor; ölümünde ve insan yaşamında başa
gelebilecek en belalı durumlarda da öyle davranıyor. (Kitap 3, bölüm 12)

9 Ağustos 2007 Perşembe

GÜLMEK VE AĞLAMAK

Demokritos ve Herakleitos öyle iki filozoftu ki, birincisi insanlık
halini boş ve gülünç bulduğu için halk arasına alaycı bir güler yüzle
çıkarmış; Herakleitos ise, insanın haline acıdığı, vahlandığı için hep
üzgün bir yüz ve yaş dolu gözlerle dolaşırmış.
Ridebat, quoties a limine moverat alter unum
Protuleratque pedem; flebat contrarius alter. (Juvenalia)
Evinden dışarı adım atar atmaz gülmeye başlardı biri
Öteki ise ağlamaya başlardı.
Ben birinci davranıştan yanayım; gülmek ağlamaktan daha hoş
olduğu için değil yalnız, insanlığı daha fazla küçümsediği, bizleri daha
fazla suçladığı için. Öyle hallerimiz var ki ne kadar aşağılansak yeridir
bence. Yakınmada, vahlanmada acıdığımız şeye değer verme vardır
bir çeşit. Alay edilen şeylerse değer vermediğimiz şeylerdir.

Sanmıyorum ki insanlıkta saçmalıktan fazla dert, budalalıktan fazla
kötülük olsun. Dertlerimiz saçmalıklarımızdan daha ağır basmaz;
aşağılık olduğumuz kadar zavallı da değiliz. Onun için, Diogenes,
kendi kendisiyle konuşan, fıçısını yuvarlayıp gezen, büyük İskender'e
dudak büken, insanları sineklere, hava civa dolu torbalara benzeten o
filozof, bence, insanlardan nefretiyle ün kazanan Timon'dan daha acı,
daha sarsıcı, dolayısıyla daha doğru bir yargıçtı. Çünkü nefret
ettiğimiz şey yüreğimizde yeri olan bir şeydir. Timon lanet okuyordu
bize, batmamızı istiyordu bütün hıncıyla; tehlikeli, zararlı, bulaşıcı
diye kaçıyordu yakınlığımızdan. Öteki o kadar az değer veriyordu ki
bize, yaklaşmamız rahatını kaçıramaz, tutumunu değiştiremezdi.
Kovmuyordu insanları, korktuğundan değil, onlarla görüşmeyi hiçe
saydığından: Bizi kendisine iyilik de kötülük de yapmaktan aciz
sayıyordu. (Kitap 1, bölüm 50)

4 Temmuz 2007 Çarşamba

AŞK ÜSTÜNE

Kitapları bir yana bırakır da dobra dobra konuşursak, aşk dediğimiz
şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey
değildir, gibi geliyor bana. Venüs'ün bize verdiği şey sonunda bir
boşalma hazzı değil mi? Tıpkı doğanın başka taraflarımızın
boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz ölçüsüzlük yahut hayasızlık
yüzünden kötülük haline geliyor. Sokrates'e göre aşk, güzelliğin
aracılığıyla çoğalma arzusudur. Ama nedir, bu hazzın insana verdiği o
acayip gıdıklama, Zenon'u, Kratippos'u düşürdüğü o delice, budalaca,
saçma sapan haller, bizi sürüklediği o uygunsuz azgınlık, aşkın en tatlı
anında o alev saçan, kudurmuş, zalim surat, sonra nedir o birden
kabarıp böbürlenme, bu kadar çılgınca bir işin içinde o ciddileşip
kendinden geçme? Hem ne diye hazlarımızla pisliklerimizi sarmaş
dolaş edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye insan hazzın son
kertesinde acı çeker gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara
bakınca, Platon'un dediği gibi, tanrıların insanı kendilerine oyuncak
diye yarattıklarına inanasım geliyor. İnsanların bu en bulanık, en
karışık işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir, diyorum.
Böylelikle bizi denkleştirmek, akıllılarla delileri, insanlarla hayvanları
birleştirmek istemiş. İnsanların en ağırbaşlısını o bilinen hal içinde bir
düşündüm mü, bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus
kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır.

Oyun arasında ciddi düşüncelere yer vermeyenler, bir aziz heykelinin
karşısında, önü açık diye, dua etmekten çekinenler gibidir. Biz de
pekala hayvanlar gibi yeriz, içeriz; ama bunlar ruhumuzun göreceği
işlere engel olmaz, bu işte hayvanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz.
İşte gelgelelim öteki iş bütün düşünceleri, Platon'un bütün felsefesini
ve ilahiyatını emri altına alır, amansız hışmıyla bizi, hem de seve seve,
insanlığımızdan çıkartıp hayvanlaştırır. Başka her yerde az çok nazik
olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama bu
işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli düşünülemez bile. Bir arayın
da bulun bakalım bu iş bilgece ve edepli bir şekilde nasıl yapılabilir?
Büyük İskender, herkes gibi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de
uyumada anladığını söylermiş. Uyku ruhun kötü güçlerini sarıp
yokeder, bu iş de hepsini kaplayıp darmadağın eder. Onu sadece
mayamızdaki bozukluğun değil, hiçliğimizin, noksanlığımızın bir
belirtisi sayabiliriz kuşkusuz.

Doğa bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü işlerin en
soylusunu, en yararlısını, en güzelini de ona bağlamıştır bir yandan da
bizi bırakır, onu kötüleriz, ondan ayıp, günah diye utanır kaçarız,
perhizi sevap sayarız. Bizi yaratan işi hayvanlık saymaktan daha
büyük hayvanlık mı olur? Türlü ulusların dinlerinde vardıkları,
kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel
arzunun kötülenmesidir. Onun bir cezalanması demek olan sünnet bir
yana, bütün kanılar bu konuda birleşir. Hoş, bir bakıma insan denilen
bu budala varlığı yaratma işini ayıplamakta, bu işe yarayan
taraflarımızdan utanmakta pek de haksız değiliz ya... İnsanın
doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa
koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, gelmiş meydanlar
ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı
yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok
erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır. Aristoteles
ülkesinin bir deyimine göre birini iyileştirmenin öldürmek anlamına
geldiğini söyler.

Bazı uluslar yemek yerken başlarını bir örtüyle kaparlarmış. Bir
bayan tanırım, hem de en büyüklerden bir bayan, o da aynı kafada:
Çiğnemek hiç güzel bir hareket değilmiş, kadının zerafetine,
güzelliğine çok zarar verirmiş. Bu bayan iştahı olduğu zaman
herkesten kaçarmış. Başka bir adam bilirim ne başkalarını yemek
yerken görmeye, ne de başkalarının kendini yerken görmesine
katlanamaz. Karnını doldurmak, içini boşaltmaktan çok daha ayıp bir
iştir. Türk padişahının ülkesinde birçok insanlar varmış ki
başkalarından üstün sayılmak için kendilerini yemek yerken
göstermezlermiş, haftada bir tek öğün yerlermiş, yüzlerini gözlerini
param parça ederlermiş, kimselerle de konuşmazlarmış. Bu softalar
demek doğayı bozdukça değerlendireceklerini, yaratılışlarını hor
görmekle yükseleceklerini, ne kadar kötüleşirlerse, o kadar
iyileşeceklerini sanıyorlar. Şu insan ne korkunç bir hayvan ki, kendi
kendinden bu kadar iğreniyor, kendi zevklerini başının belası sayıyor.
Hayatlarını gizleyen, başkalarının gözüne görünmekten kaçan insanlar
da var. Sağlık, sevinç içinde olmak onlar için en zararlı, en belalı
hallerdir. Değil yalnız birçok tarikatlar, birçok uluslar var ki
doğuşlarına lanet eder, ölümlerine şükrederler. Güneşe lanet edip
karanlıklara tapanlar bile var. Biz insanlar kendimizi kötülemeye
gösterdiğimiz zekayı hiçbir yerde gösteremeyiz. Kafamızın, o her şeyi
bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kastettiği av
kendi kendimizdir.

O miseri! quorum guadia crimen habent. (Gallus)

Ah zavallılar, sevinçlerini suç sayanlar.

Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler
uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini
kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya
çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O
kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Doğanın seni
zorladığı bütün yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı
başka işler çıkarıyorsun kendine? Sen tut, doğanın şaşmaz, hiçbir
yerde değişmez yasalarını hor görür, sonra o senin yaptığın, bir taraflı
acayip, uygunsuz yasalara uymaya çabala. Üstelik bu yasalar ne kadar
özel, dar, dayanıksız, gerçeğe aykırı olursa çabaların da o ölçüde
arıtıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gündelik işlere sıkı
sıkıya bağlanırsın; tanrının, doğanın emirleri umurunda değildir. Bak,
bir düşün bunlar üzerinde: Bütün yaşamın böyle geçiyor. (Kitap 3,
bölüm 5)

19 Haziran 2007 Salı

İNSAN ÖMRÜ


İnsan ömrünün uzunluk, kısalık ölçülerine akıl erdiremiyorum.
Bilginlere bakıyorum; onlar ölçüyü herkesten daha kısa tutuyorlar.
Genç Katon, kendi kendini öldürmesine engel olmak isteyenlere: Ben,
hayattan vakitsiz ayrıldı diye ayıplanacak bir yaşta değilim, demiş;
bunu söylerken de kırk sekiz yaşındaymış. Katon bu yaşı olgun ve
geçkin sayıyor. Gerçekten bu yaşa ulaşanlar o kadar azdır ki. Doğal
ömür dediğimiz bir süreyi düşünerek bilmem ne kadar yıl daha
yaşamak umuduyla avunuruz; böyle bir umuda nasıl kapılabiliriz ki,
hiçbirimiz doğanın gerektirdiği sayısız kazaların dışında kalamayız:
Tasarladığımız ömür her gün kesilebilir.

İhtiyarlığın son basamağında kuvvet tükenmesiyle ölmeyi beklemek,
ömrümüze böyle bir son düşünmek ne ham bir hayal: Ölümün bu
türlüsü en olmayacağı, en az görülenidir. Yalnız ona doğal ölüm
diyoruz; sanki kafası yarılıp ölmek, suya düşüp boğulmak, vebaya,
zatürreeye yakalanmak doğaya aykırıymış, her günkü hayatımız
bunlarla dolu değilmiş gibi. Bu güzel sözlerle kendimizi
aldatmayalım: Her yerde, her zaman insanların çoğunun başına gelen
ne ise ona doğal diyelim. Yaştan ölmek binde bir görülen garip
durumlardandır. Doğaya da asıl aykırı olan ölüm budur: Çünkü
ötesinde başka bir ölüm şekli yoktur. Bize en uzak olan ölüm,
ulaşılması en zor olanıdır. Yaştan ölüm öyle bir sınırdır ki ondan öteye
gidemeyiz: Doğa daha ötesine kimseyi geçirmez: Oraya kadar varmak
da nadir bir seçkinliktir. Doğa bu seçkinliği iki üç yüzyıl içinde bir tek
insana sunar yalnız o insan doğum ve ölüm konakları arasındaki
sayısız zorlukları, engelleri aşabilir.

Bana sorarsanız, kendi ulaştığımız yaşı pek az insanın ulaşabildiği
bir yaş saymalıyız. İnsanlar bu yaşa kadar hiçbir engele rastlamadan
gelemediklerine göre, biz bir hayli ileri gitmişiz demektir. Hele insan
hayatının asıl ölçüsü olan belli sınırları aşmışsak, daha öteye gitmek
umuduna kapılmamalıyız. Başkalarının kurtulamadığı birçok
ölümlerden kurtulduğumuza göre talih bizi başkalarından daha fazla
korumuş demektir. Bundan sonra da aynı talihin devam etmesini
isteyemeyiz.

Bizi bu boş umutlara kaptıran biraz da yasalarımızın bir kusuru:
Yasalar yirmi beş yaşından önce bir insana malını mülkünü kullanmak
hakkını vermiyor, hatta bu yaşa kadar insan kendi hayatının bile doğru
dürüst sahibi değildir.

Augustus, otuz beş yaşından önce yargıçlık hakkı vermeyen eski
Roma yasalarından beş yıl indirmiş, otuz yaşında olmayı yeter saymış.
Servius Tullius kırk yedi yaşını geçen askerlerini savaşa gitmekte
serbest bırakmış;

Augustus bu yaş basamağını kırk beşe indirmiş. Elli beş, altmış
yaşından önce insanları, kenara atmak bana doğru görünmüyor. Bence
insan işine gücüne devam edebildiği kadar etmelidir; ama bunun
tersini, bize erkenden iş verilmemesini yanlış buluyorum. Öylesi
vardır ki kendisi on dokuz yaşında dünyanın egemeni olur da
başkalarının bir su yolunun yeri üzerinde hüküm verebilmesi
için en az otuz yaşında olmalarını şart koşar.

Bana sorarsanız ruhlarımız yirmi yaşında ne olabileceklerini
belli eder, bütün yetkilerini gösterirler. Bu yaşa kadar kudretini açıkça
belli etmemiş bir ruhun ondan sonra belli ettiği görülmemiştir.
Yaratılışımızdaki değerler en gürbüz ve en güzel durumlarıyla ancak o
zaman ortaya çıkabilirler.

Dauphineliler: Yaşken batmayan diken bir daha pek batmaz, derler.
İnsanların geçmişte ve zamanımızda gördükleri her çeşit işlerden
benim öğrenebildiklerimi düşününce otuz yaşından önce başarılmış
işleri ötekilerden daha fazla görüyorum: Aynı insanın hayatını da
alsak, öyle görünüyor.

Annibal'la, büyük rakibi Scipio için bunu güvenle söyleyebilirim.
Bu adamlar hayatlarının yarısından çoğunu gençken kazandıkları ünle
geçirdiler: Başkalarının ölçüsüyle büyük adam oldukları yıllarda kendi
ölçüleriyle hiç de büyük değillerdi. Ben kendi hesabıma o yaştan
sonra ruhça ve bedence kendi gücümün artmayıp eksildiğini, ileri
değil geri gittiğini sanmıyorum. Zamanlarını iyi kullananlarda bilgi ve
görgü hayatla birlikte olgunlaşabiliyor; ama canlılık, çeviklik,
sağlamlık ve daha başka özlü ve önemli değerler taşıyor, geçiyor.

Ubi jam validis quassatum est viribus aevi Corpus, et obtusis
ceciderunt viribus artus, Claudicat ingenium, delirat linguaque
mensque. (Lucretius)

Vücut yaşın ağır yumruğu altında ezilince, Makinenin yayları
gevşeyince, düşünce de sendeliyor: Dilimiz tutulmaya; zihnimiz
karışmaya başlıyor.

Bazen vücut, bazen de ruh yaşlılığın esiri oluyor. Kafaları,
midelerinden ve bacaklarından daha önce zayıf düşenleri çok gördüm.

Yaşlılık kendini belli etmediği için çok tehlikeli bir derttir; insan bu
derde farkına varmadan düşer. Onun için yasaların bizi, işte çok
tutmasını değil, işe geç almasını yanlış buluyorum. Hayatımızın ne
kadar cılız olduğunu, her gün nice tehlikelerle karşılaştığını düşünüp
gençlerin hazırlanma, öğrenme, oyalanma yıllarını pek uzatmamalıdır.
(Kitap 1, bölüm 57)

Rahatsız, gözü doymaz, telaşlı bir zengin, düpedüz yoksul kişiden
daha zavallı gelir bana. (Kitap 1, bölüm 14)

9 Haziran 2007 Cumartesi

DOĞAYA UYMA

Adetlerimizde, alışkanlıklarımızda, davranışlarımızda her türlü gariplik ve aykırılıklardan kaçınmalıyız; bunlar insanı başkalarından ayıran, insanlıktan çıkaran şeylerdir. İskender'in saray nazın Demophonos güneşte titrer, gölgede terlermiş; böyle bir yaratılışa kim sinirlenmez? Ben öylelerini gördüm ki, elma kokusuna Azraili yeğlerler, fare dediniz mi ödleri kopar; kaymak gördüler mi mideleri bulanır. Germanicus horoz görmeye, horoz sesi işitmeye dayanamazmış. Bu gariplikler insanın içindeki gizli bir dertten doğabilir; ama, erkenden çaresine bakılırsa, bunların önüne geçilebilir sanırım. Ben, kendi hesabıma, bunlardan, gördüğüm eğitim yoluyla kurtuldum; ama bu iş pek kolay olmadı. Şimdi, biradan başka, her türlü yiyecek içeceğe iştahım açıktır. Vücut daha kıvrakken, bütün alışkanlıklara, gereklere göre eğilip bükülmektedir. Bir delikanlı, iştahının ve iradesinin dizginlerini tutabilmek koşuluyla, bırakın her ulustan, her çeşitten insanlar ve ahbaplarla düşsün kalksın; hatta, gerekirse, taşkınlık, serserilik de etsin; herkes gibi yetişsin, her şeyi yapabilsin, ama yalnız iyi şeyleri severek yapsın. Kallisthenes'in, Büyük İskender kadar içmeye razı olmayıp bu yüzden kralın gözünden düşmesini filozoflar bile iyi görmemişlerdir. İnsan kralıile gülüp eğlenmeli, cümbüş etmeli. Hatta ben bir delikanlının cümbüşlerde arkadaşlarından daha canlı, daha dayanıklı olmasını isterim. İnsan kötü şeyleri, bilmediği, beceremediği için değil, canı istemediği için yapmamalı.
Multum interest utnım peccare aliquis nolit aut nesciat. (Seneka)
Kötülük etmeyi istememek başka, bilmemek başkadır.
Fransa'da her türlü taşkınlıktan uzak kalmış bir baya, kibar bir mecliste: Kral'ın Almanya'daki işlerini görürken, kaç kez sarhoş olmak zorunda kaldınız? diye sordum; bunu iltifat olsun diye sormuştum, o da öyle aldı ve üç defa sarhoş olduğunu söyleyerek üçünün de hikâyesini anlattı. İçki içmemek yüzünden Alınanlar arasında çok sıkıntı çekmiş olanları bilirim. Alkibiades'in bulunmaz yaratılışına hayran olduğumu çok kez söylemişimdir. Alkibiades hiç sağlığı bozulmadan her türlü hayata kolayca girer, çıkar gün olur İranlılar'dan daha süslü, daha görkemli, gün olur Lakedemonyalılar'dan daha içine kapalı, daha tok gözlüdür Isparta'da her zevke perhiz, İonia'da her zevke düşkündür.
Omnis Aristippum decuit color, et status, et res. (Horatius)
Aristippos'a her kılık, her baht yakışır. (Kitap 1, bölüm 26)