7 Aralık 2007 Cuma

BABALAR Ve ÇOCUKLAR

Çocukların babalarına karşı duydukları, saygıdır daha çok.
Duygu düşünce alışverişleriyle beslenen dostluk onlar arasında
kurulamaz; dünyaları çok ayrıdır çünkü, üstelik doğal ödevleri de
örseler bu dostluk. Babalar bütün gizli düşüncelerini çocuklarına
açamazlar, yakışıksız bir sırdaşlık yaratmamak için; dostluğun baş
görevlerinden biri olan uyarmalar, akıl vermeler de çocukların
babalarına yapabilecekleri şeyler değildir. Kimi uluslarda çocukların
babaları, kiminde de babaların çocukları öldürmeleri adetmiş,
birbirlerine çıkarabildikleri zorlukları önlemek için, doğal olarak
birinin varlığı ötekinin yıkımına bağlı olduğu için. Babalarla çocuklar
arasındaki doğal bağları hor gören filozoflar da çıkmıştır Aristippos
bunlardan biridir. Kendisinden çıkmış olan çocuklarını nasıl olup da
sevmediği söylenince tükürmüş Aristippos ve demiş ki: Bu tükürük de
benden çıktı; bitler, kurtlar da çıkıyor benden! Plutarkhos'un
kardeşiyle barıştırmak istediği biri de şöyle der: Aynı delikten çıktık
diye kardeşimin büyük önemi olamaz benim için...

Babayla oğul apayrı mizaçlarda olabilirler, kardeşler de öyle.
Oğlum olur, akrabam olur, ama belalı, kötü, budala herifin biri de
olabilir. Hem sonra, yasaların ve doğal zorunluluğun bize buyurduğu
dostluklarda seçme ve isteme özgürlüğümüz azalıyor. Oysa bu
özgürlük sevgi ve dostluk kadar bizim diyebileceğimiz başka hiçbir
şey yaratamaz. (Kitap 1, bölüm 28)

Her inanç kendini can pahasına benimsetecek kadar güçlü olabiliyor.
(Kitap 1, bölüm 14)

DİZGİNSİZ TUTKULAR

Başkaları için yaşamayan kendi için de yaşayamaz:

Qui sibi amicus est

Scito hunc amicum omnibus esse (Seneka)

Kendine dost olan

Bilin ki herkese de dosttur.

Ama baş görevimiz kendimizi gereğince yönetmektir onun için
dünyadayız. Kendisi iyi yaşamasını unutan ve başkalarını iyi
yaşamaya zorlamak, alıştırmakla ödevini yaptığını sanan bir budaladır
onun gibi, başkasına hizmet için kendi dürüst ve sevinçli yaşamasını
bırakan da kötü, olumsuz bir yola girmiş olur bence.

Toplum için yüklendiğimiz görevlerde dikkatimizi, adımlarımızı,
sözlerimizi, alınterimizi, gerekirse kanımızı esirgememeliyiz:

Nun ipse pro charis amicis Aut Patria timidus perire (Horatius)

Hazırım canımı vermeye Dostlarım ve yurdum için. Ama geçici,
raslantıya bağlı olan bu görevlerde kafamız rahatını, sağlığını
yitirmemeli; eylemsiz değil, ama öfkesiz, tutkusuz kalmalıdır.
Ruhumuz eylemlerde pek çaba harcamaz, uykuda bile eylemler
içindedir hiç yorulmadan. Ama onu coşturmada ölçülü
davranmaktayız, çünkü beden üstüne yükleneni nasılsa öyle taşır; ama
ruh yüklendiğini çoğu kez kendi zararına büyütüp ağırlaştırır, dilediği
ölçüyü verir ona. İnsanlar aynı şeyleri ayrı çabalarla, değişik irade
gerginliğiyle yaparlar.

Ruh bedene, beden ruha ayak uydurmayabilir. Nice insanlar savaşı
hiç umursamadan savaşlara girerler her gün, ölümü göze alarak
katıldıkları savaşı yitirmek uykularını bile kaçırmaz. Öte yandan
başka bir insan evinde, atılamayacağı tehlikelerden uzakta, savaşın
sonucunu canı ağzında merak eder, savaşa kanını canını koyan
askerden daha fazla ruh çabası harcar. Ben toplum işlerine katılırken
kendimden tırnak boyu uzaklaşmamasını, kendimi, kendimden
geçmeden, başkasına vermesini bildim.

Taşkın ve azgın bir tutku giriştiğimiz işe yarardan çok zarar getirir,
olayların ters gitmesi, gecikmesi karşısında sabırsızlığa sürükler bizi,
işlerine baktığımız insanlardan soğutur, kuşkulandırır. Bizi avucuna
alan ve sürükleyen bir işi kendimiz iyi yönetemeyiz hiçbir zaman.

Mala cuncta ministrat, Impetus. (Seneka)

Çoşkunluk sarpa sardırır işleri.

İşe yalnız kafasını ve ustalığını koyan daha rahat yürütür işi.

Olayların gereklerine göre dilediği gibi dayatır, aşağıdan alır, erteler;
başarısızlığa uğradığı zaman bozulmaz, yıkılmaz; yeniden işe
oyulmaya bütün gücüyle hazırdır; ister istemez birçok tedbirsizliklere,
haksızlıklara düşecektir tutkusunun rüzgarına kapılır gider başından
büyük işlere girişir ve talih çok yardım etmedikçe pek başarı
kazanamaz. Filozofi, uğradığımız haksızlıkların öcünü alırken işe
öfke karıştırmamamızı ister; cezanın daha hafif olması için değil,
tersine daha etkin olması, daha ağır basması için. Azgınlık ölçümüzü
tam almaya engel olur çünkü. Öfke gözü karartmakla kalmaz,
ceza verenin kolunu da yorar. Bu ateş güçlerini uyuşturur, yakar.
Acele kendi kendisine çelme takar, tökezler ve durur:

Festinatio tarda est. (Quintus)

Acele gecikmedir.

Ipsa se Velocitas implicat. (Seneka)

Çabukluk kendisini engeller.

Sık sık gördüğüm örnekleriyle cimrilik de kendi kendisini köstekler;
ne kadar eli sıkı ne kadar gözü dönmüş olursa o kadar az kazanç
sağlar. Genel olarak cimriler, biraz cömertlik göstermekle, daha çabuk
zengin oluyorlar. (Kitap 3, bölüm 10)

24 Kasım 2007 Cumartesi

SEVENLER VE SEVİLENLER

Doğanın gerçekten bir yasası varsa, daha doğrusu hayvanlarla bizim
her yerde ve her zaman ortak bir içgüdümüz olabilirse (ki tartışma
konusudur) ben kendi hesabıma diyebilirim ki, her canlının kendini
koruma ve zararlardan kaçma çabasından sonra dölleyenin dölüne
beslediği sevgi bu alanda ikinci yeri tutar. Ve doğa, kurduğu
makinenin yedek parçalarını çoğaltıp sürdürmeye, hep daha ilerisini
sağlamaya bakıp bizden öyle istediği için, sevginin geriye doğru,
çocuklardan babalara karşı pek o kadar büyük olmamasına şaşmalı.
Buna Aristoteles'in düşüncesini de eklersek, birisine iyilik eden onu,
onun kendisini seveceğinden daha çok sever; borçlunun borçlu olduğu
kimseyi daha az sevmesi gibi. Her işçi de işini daha çok sever. Kaldı
ki biz var olmaya düşkünüz, var olmaksa devinmek, iş görmektir.
Onun için herkes işinde var oluyor gibidir. İyilik eden güzel, dürüst
bir iş görür; iyilik edilense bir yarar görmüş olur sadece. Ama
yararlılık doğruluktan daha az sevgi değer bir şeydir. Doğruluk
temelli, süreklidir; insanın ondan göreceği karşılık değişmez.

Yararlılık yiter, elden kaçar kolayca; anımsaması da ne uzun sürer,
ne de hoş gelir insana. En zora yapılan şeyi en çok severiz. Vermekse
almaktan daha zordur. (Kitap 2, bölüm 8)

19 Ekim 2007 Cuma

DÜŞÜNMEDE KENDİNDENLİK

Hemen bütün görüşlerimiz üstün sayılan kişilerden gelme,
başkalarından alınmadır. Hiç de kötü değil öyle olması; öyle cılız bir
çağda yaşıyoruz ki görüşlerimizi kendimiz seçsek en kötülerini
seçerdik. Sokrates'in bize dostlarınca aktarılan konuşmalarını herkes
beğendiği için biz de beğeniyoruz, kendi bildiklerimize dayanarak
değil. Öylesi konuşmalar geçerli değil bugün. Aramızdan Sokrates'e
benzer biri çıksa pek azımız değer verirdi ona.

Biz güzellikleri yalnız sivri, şişkin, süslü püslü olarak seviyoruz. Saf
ve sade olanlar kolayca kaçıyor bizim kaba gözlerimizden öylelerinin
ince ve saklı bir yanları var: İnsanın pussuz, yıkanmış, arınmış bir
bakışı olmalı ki o gizli ışıltıyı görebilsin. Biz saflığı budalalıkla
eşanlamda kullanıp kınamıyor muyuz? Sokrates doğal ve herkesinkine
benzer yoldan yürütüyor düşüncesini. Bir köylü, bir kadın onun gibi
söyler söyleyeceğini. Sözünü ettiği insanlar yalnız arabacılar,
doğramacılar, terlikçiler, dülgerlerdir. Açıklamaları, benzetileri hep
insanların en bayağı, en ortamalı eylemlerinden alınmadır; herkes
anlar. Böyle kaba bir biçiminin altında onun yüce düşüncelerinin
soyluluğunu, zenginliğini göremezdik biz; biz ki bilgiçlerin önem
vermediği her şeyi adi, aşağılık sayarız ve zenginliği yalnız
gösterişlerde süslerde püslerde görürüz. Bizim dünyamız gösteriş
üzerine kurulmuş; insanlar üfürükle şişiyorlar yalnız, balonlar gibi
hoplatılarak durabiliyorlar yukarda. Sokrates boş hayaller peşinde
koşmuyor. Amacı bize, yaşamaya gerçekten ve sıkı sıkıya bağlı ve
yararlı bilgiler, öğütler vermek.

servare modum, finemque tenere, taturamque sequi. (Lucianus)

işini düzenlemek, ödevini gözetmek ve doğaya uymak Sokrates hep
kendisi olarak kaldı ve en son güçlülük kertesine sıçramalarla değil
kendiliğinden yükseldi. Daha doğrusu hiçbir yere yükselmedi de
bütün terslikleri, bütün zorlukları kaynaklarına, doğal çıkış noktalarına
indirdi. Çünkü, örneğin Çato'da orta halli insanları çok aşan gergin bir
tutum görüyoruz. Yaşadığı yiğitlik serüvenlerinde ve ölümünde onu
hep dünyaya pek yukarılardan bakar görüyoruz. Oysa Sokrates'in
ayağı hiç yerden kesilmiyor, en yararlı düşüncelerini gevşek ve
özentisiz adımlarla yürütüyor; ölümünde ve insan yaşamında başa
gelebilecek en belalı durumlarda da öyle davranıyor. (Kitap 3, bölüm 12)

9 Ağustos 2007 Perşembe

GÜLMEK VE AĞLAMAK

Demokritos ve Herakleitos öyle iki filozoftu ki, birincisi insanlık
halini boş ve gülünç bulduğu için halk arasına alaycı bir güler yüzle
çıkarmış; Herakleitos ise, insanın haline acıdığı, vahlandığı için hep
üzgün bir yüz ve yaş dolu gözlerle dolaşırmış.
Ridebat, quoties a limine moverat alter unum
Protuleratque pedem; flebat contrarius alter. (Juvenalia)
Evinden dışarı adım atar atmaz gülmeye başlardı biri
Öteki ise ağlamaya başlardı.
Ben birinci davranıştan yanayım; gülmek ağlamaktan daha hoş
olduğu için değil yalnız, insanlığı daha fazla küçümsediği, bizleri daha
fazla suçladığı için. Öyle hallerimiz var ki ne kadar aşağılansak yeridir
bence. Yakınmada, vahlanmada acıdığımız şeye değer verme vardır
bir çeşit. Alay edilen şeylerse değer vermediğimiz şeylerdir.

Sanmıyorum ki insanlıkta saçmalıktan fazla dert, budalalıktan fazla
kötülük olsun. Dertlerimiz saçmalıklarımızdan daha ağır basmaz;
aşağılık olduğumuz kadar zavallı da değiliz. Onun için, Diogenes,
kendi kendisiyle konuşan, fıçısını yuvarlayıp gezen, büyük İskender'e
dudak büken, insanları sineklere, hava civa dolu torbalara benzeten o
filozof, bence, insanlardan nefretiyle ün kazanan Timon'dan daha acı,
daha sarsıcı, dolayısıyla daha doğru bir yargıçtı. Çünkü nefret
ettiğimiz şey yüreğimizde yeri olan bir şeydir. Timon lanet okuyordu
bize, batmamızı istiyordu bütün hıncıyla; tehlikeli, zararlı, bulaşıcı
diye kaçıyordu yakınlığımızdan. Öteki o kadar az değer veriyordu ki
bize, yaklaşmamız rahatını kaçıramaz, tutumunu değiştiremezdi.
Kovmuyordu insanları, korktuğundan değil, onlarla görüşmeyi hiçe
saydığından: Bizi kendisine iyilik de kötülük de yapmaktan aciz
sayıyordu. (Kitap 1, bölüm 50)

4 Temmuz 2007 Çarşamba

AŞK ÜSTÜNE

Kitapları bir yana bırakır da dobra dobra konuşursak, aşk dediğimiz
şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey
değildir, gibi geliyor bana. Venüs'ün bize verdiği şey sonunda bir
boşalma hazzı değil mi? Tıpkı doğanın başka taraflarımızın
boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz ölçüsüzlük yahut hayasızlık
yüzünden kötülük haline geliyor. Sokrates'e göre aşk, güzelliğin
aracılığıyla çoğalma arzusudur. Ama nedir, bu hazzın insana verdiği o
acayip gıdıklama, Zenon'u, Kratippos'u düşürdüğü o delice, budalaca,
saçma sapan haller, bizi sürüklediği o uygunsuz azgınlık, aşkın en tatlı
anında o alev saçan, kudurmuş, zalim surat, sonra nedir o birden
kabarıp böbürlenme, bu kadar çılgınca bir işin içinde o ciddileşip
kendinden geçme? Hem ne diye hazlarımızla pisliklerimizi sarmaş
dolaş edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye insan hazzın son
kertesinde acı çeker gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara
bakınca, Platon'un dediği gibi, tanrıların insanı kendilerine oyuncak
diye yarattıklarına inanasım geliyor. İnsanların bu en bulanık, en
karışık işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir, diyorum.
Böylelikle bizi denkleştirmek, akıllılarla delileri, insanlarla hayvanları
birleştirmek istemiş. İnsanların en ağırbaşlısını o bilinen hal içinde bir
düşündüm mü, bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus
kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır.

Oyun arasında ciddi düşüncelere yer vermeyenler, bir aziz heykelinin
karşısında, önü açık diye, dua etmekten çekinenler gibidir. Biz de
pekala hayvanlar gibi yeriz, içeriz; ama bunlar ruhumuzun göreceği
işlere engel olmaz, bu işte hayvanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz.
İşte gelgelelim öteki iş bütün düşünceleri, Platon'un bütün felsefesini
ve ilahiyatını emri altına alır, amansız hışmıyla bizi, hem de seve seve,
insanlığımızdan çıkartıp hayvanlaştırır. Başka her yerde az çok nazik
olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama bu
işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli düşünülemez bile. Bir arayın
da bulun bakalım bu iş bilgece ve edepli bir şekilde nasıl yapılabilir?
Büyük İskender, herkes gibi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de
uyumada anladığını söylermiş. Uyku ruhun kötü güçlerini sarıp
yokeder, bu iş de hepsini kaplayıp darmadağın eder. Onu sadece
mayamızdaki bozukluğun değil, hiçliğimizin, noksanlığımızın bir
belirtisi sayabiliriz kuşkusuz.

Doğa bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü işlerin en
soylusunu, en yararlısını, en güzelini de ona bağlamıştır bir yandan da
bizi bırakır, onu kötüleriz, ondan ayıp, günah diye utanır kaçarız,
perhizi sevap sayarız. Bizi yaratan işi hayvanlık saymaktan daha
büyük hayvanlık mı olur? Türlü ulusların dinlerinde vardıkları,
kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel
arzunun kötülenmesidir. Onun bir cezalanması demek olan sünnet bir
yana, bütün kanılar bu konuda birleşir. Hoş, bir bakıma insan denilen
bu budala varlığı yaratma işini ayıplamakta, bu işe yarayan
taraflarımızdan utanmakta pek de haksız değiliz ya... İnsanın
doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa
koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, gelmiş meydanlar
ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı
yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok
erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır. Aristoteles
ülkesinin bir deyimine göre birini iyileştirmenin öldürmek anlamına
geldiğini söyler.

Bazı uluslar yemek yerken başlarını bir örtüyle kaparlarmış. Bir
bayan tanırım, hem de en büyüklerden bir bayan, o da aynı kafada:
Çiğnemek hiç güzel bir hareket değilmiş, kadının zerafetine,
güzelliğine çok zarar verirmiş. Bu bayan iştahı olduğu zaman
herkesten kaçarmış. Başka bir adam bilirim ne başkalarını yemek
yerken görmeye, ne de başkalarının kendini yerken görmesine
katlanamaz. Karnını doldurmak, içini boşaltmaktan çok daha ayıp bir
iştir. Türk padişahının ülkesinde birçok insanlar varmış ki
başkalarından üstün sayılmak için kendilerini yemek yerken
göstermezlermiş, haftada bir tek öğün yerlermiş, yüzlerini gözlerini
param parça ederlermiş, kimselerle de konuşmazlarmış. Bu softalar
demek doğayı bozdukça değerlendireceklerini, yaratılışlarını hor
görmekle yükseleceklerini, ne kadar kötüleşirlerse, o kadar
iyileşeceklerini sanıyorlar. Şu insan ne korkunç bir hayvan ki, kendi
kendinden bu kadar iğreniyor, kendi zevklerini başının belası sayıyor.
Hayatlarını gizleyen, başkalarının gözüne görünmekten kaçan insanlar
da var. Sağlık, sevinç içinde olmak onlar için en zararlı, en belalı
hallerdir. Değil yalnız birçok tarikatlar, birçok uluslar var ki
doğuşlarına lanet eder, ölümlerine şükrederler. Güneşe lanet edip
karanlıklara tapanlar bile var. Biz insanlar kendimizi kötülemeye
gösterdiğimiz zekayı hiçbir yerde gösteremeyiz. Kafamızın, o her şeyi
bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kastettiği av
kendi kendimizdir.

O miseri! quorum guadia crimen habent. (Gallus)

Ah zavallılar, sevinçlerini suç sayanlar.

Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler
uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini
kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya
çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O
kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Doğanın seni
zorladığı bütün yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı
başka işler çıkarıyorsun kendine? Sen tut, doğanın şaşmaz, hiçbir
yerde değişmez yasalarını hor görür, sonra o senin yaptığın, bir taraflı
acayip, uygunsuz yasalara uymaya çabala. Üstelik bu yasalar ne kadar
özel, dar, dayanıksız, gerçeğe aykırı olursa çabaların da o ölçüde
arıtıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gündelik işlere sıkı
sıkıya bağlanırsın; tanrının, doğanın emirleri umurunda değildir. Bak,
bir düşün bunlar üzerinde: Bütün yaşamın böyle geçiyor. (Kitap 3,
bölüm 5)

19 Haziran 2007 Salı

İNSAN ÖMRÜ


İnsan ömrünün uzunluk, kısalık ölçülerine akıl erdiremiyorum.
Bilginlere bakıyorum; onlar ölçüyü herkesten daha kısa tutuyorlar.
Genç Katon, kendi kendini öldürmesine engel olmak isteyenlere: Ben,
hayattan vakitsiz ayrıldı diye ayıplanacak bir yaşta değilim, demiş;
bunu söylerken de kırk sekiz yaşındaymış. Katon bu yaşı olgun ve
geçkin sayıyor. Gerçekten bu yaşa ulaşanlar o kadar azdır ki. Doğal
ömür dediğimiz bir süreyi düşünerek bilmem ne kadar yıl daha
yaşamak umuduyla avunuruz; böyle bir umuda nasıl kapılabiliriz ki,
hiçbirimiz doğanın gerektirdiği sayısız kazaların dışında kalamayız:
Tasarladığımız ömür her gün kesilebilir.

İhtiyarlığın son basamağında kuvvet tükenmesiyle ölmeyi beklemek,
ömrümüze böyle bir son düşünmek ne ham bir hayal: Ölümün bu
türlüsü en olmayacağı, en az görülenidir. Yalnız ona doğal ölüm
diyoruz; sanki kafası yarılıp ölmek, suya düşüp boğulmak, vebaya,
zatürreeye yakalanmak doğaya aykırıymış, her günkü hayatımız
bunlarla dolu değilmiş gibi. Bu güzel sözlerle kendimizi
aldatmayalım: Her yerde, her zaman insanların çoğunun başına gelen
ne ise ona doğal diyelim. Yaştan ölmek binde bir görülen garip
durumlardandır. Doğaya da asıl aykırı olan ölüm budur: Çünkü
ötesinde başka bir ölüm şekli yoktur. Bize en uzak olan ölüm,
ulaşılması en zor olanıdır. Yaştan ölüm öyle bir sınırdır ki ondan öteye
gidemeyiz: Doğa daha ötesine kimseyi geçirmez: Oraya kadar varmak
da nadir bir seçkinliktir. Doğa bu seçkinliği iki üç yüzyıl içinde bir tek
insana sunar yalnız o insan doğum ve ölüm konakları arasındaki
sayısız zorlukları, engelleri aşabilir.

Bana sorarsanız, kendi ulaştığımız yaşı pek az insanın ulaşabildiği
bir yaş saymalıyız. İnsanlar bu yaşa kadar hiçbir engele rastlamadan
gelemediklerine göre, biz bir hayli ileri gitmişiz demektir. Hele insan
hayatının asıl ölçüsü olan belli sınırları aşmışsak, daha öteye gitmek
umuduna kapılmamalıyız. Başkalarının kurtulamadığı birçok
ölümlerden kurtulduğumuza göre talih bizi başkalarından daha fazla
korumuş demektir. Bundan sonra da aynı talihin devam etmesini
isteyemeyiz.

Bizi bu boş umutlara kaptıran biraz da yasalarımızın bir kusuru:
Yasalar yirmi beş yaşından önce bir insana malını mülkünü kullanmak
hakkını vermiyor, hatta bu yaşa kadar insan kendi hayatının bile doğru
dürüst sahibi değildir.

Augustus, otuz beş yaşından önce yargıçlık hakkı vermeyen eski
Roma yasalarından beş yıl indirmiş, otuz yaşında olmayı yeter saymış.
Servius Tullius kırk yedi yaşını geçen askerlerini savaşa gitmekte
serbest bırakmış;

Augustus bu yaş basamağını kırk beşe indirmiş. Elli beş, altmış
yaşından önce insanları, kenara atmak bana doğru görünmüyor. Bence
insan işine gücüne devam edebildiği kadar etmelidir; ama bunun
tersini, bize erkenden iş verilmemesini yanlış buluyorum. Öylesi
vardır ki kendisi on dokuz yaşında dünyanın egemeni olur da
başkalarının bir su yolunun yeri üzerinde hüküm verebilmesi
için en az otuz yaşında olmalarını şart koşar.

Bana sorarsanız ruhlarımız yirmi yaşında ne olabileceklerini
belli eder, bütün yetkilerini gösterirler. Bu yaşa kadar kudretini açıkça
belli etmemiş bir ruhun ondan sonra belli ettiği görülmemiştir.
Yaratılışımızdaki değerler en gürbüz ve en güzel durumlarıyla ancak o
zaman ortaya çıkabilirler.

Dauphineliler: Yaşken batmayan diken bir daha pek batmaz, derler.
İnsanların geçmişte ve zamanımızda gördükleri her çeşit işlerden
benim öğrenebildiklerimi düşününce otuz yaşından önce başarılmış
işleri ötekilerden daha fazla görüyorum: Aynı insanın hayatını da
alsak, öyle görünüyor.

Annibal'la, büyük rakibi Scipio için bunu güvenle söyleyebilirim.
Bu adamlar hayatlarının yarısından çoğunu gençken kazandıkları ünle
geçirdiler: Başkalarının ölçüsüyle büyük adam oldukları yıllarda kendi
ölçüleriyle hiç de büyük değillerdi. Ben kendi hesabıma o yaştan
sonra ruhça ve bedence kendi gücümün artmayıp eksildiğini, ileri
değil geri gittiğini sanmıyorum. Zamanlarını iyi kullananlarda bilgi ve
görgü hayatla birlikte olgunlaşabiliyor; ama canlılık, çeviklik,
sağlamlık ve daha başka özlü ve önemli değerler taşıyor, geçiyor.

Ubi jam validis quassatum est viribus aevi Corpus, et obtusis
ceciderunt viribus artus, Claudicat ingenium, delirat linguaque
mensque. (Lucretius)

Vücut yaşın ağır yumruğu altında ezilince, Makinenin yayları
gevşeyince, düşünce de sendeliyor: Dilimiz tutulmaya; zihnimiz
karışmaya başlıyor.

Bazen vücut, bazen de ruh yaşlılığın esiri oluyor. Kafaları,
midelerinden ve bacaklarından daha önce zayıf düşenleri çok gördüm.

Yaşlılık kendini belli etmediği için çok tehlikeli bir derttir; insan bu
derde farkına varmadan düşer. Onun için yasaların bizi, işte çok
tutmasını değil, işe geç almasını yanlış buluyorum. Hayatımızın ne
kadar cılız olduğunu, her gün nice tehlikelerle karşılaştığını düşünüp
gençlerin hazırlanma, öğrenme, oyalanma yıllarını pek uzatmamalıdır.
(Kitap 1, bölüm 57)

Rahatsız, gözü doymaz, telaşlı bir zengin, düpedüz yoksul kişiden
daha zavallı gelir bana. (Kitap 1, bölüm 14)

9 Haziran 2007 Cumartesi

DOĞAYA UYMA

Adetlerimizde, alışkanlıklarımızda, davranışlarımızda her türlü gariplik ve aykırılıklardan kaçınmalıyız; bunlar insanı başkalarından ayıran, insanlıktan çıkaran şeylerdir. İskender'in saray nazın Demophonos güneşte titrer, gölgede terlermiş; böyle bir yaratılışa kim sinirlenmez? Ben öylelerini gördüm ki, elma kokusuna Azraili yeğlerler, fare dediniz mi ödleri kopar; kaymak gördüler mi mideleri bulanır. Germanicus horoz görmeye, horoz sesi işitmeye dayanamazmış. Bu gariplikler insanın içindeki gizli bir dertten doğabilir; ama, erkenden çaresine bakılırsa, bunların önüne geçilebilir sanırım. Ben, kendi hesabıma, bunlardan, gördüğüm eğitim yoluyla kurtuldum; ama bu iş pek kolay olmadı. Şimdi, biradan başka, her türlü yiyecek içeceğe iştahım açıktır. Vücut daha kıvrakken, bütün alışkanlıklara, gereklere göre eğilip bükülmektedir. Bir delikanlı, iştahının ve iradesinin dizginlerini tutabilmek koşuluyla, bırakın her ulustan, her çeşitten insanlar ve ahbaplarla düşsün kalksın; hatta, gerekirse, taşkınlık, serserilik de etsin; herkes gibi yetişsin, her şeyi yapabilsin, ama yalnız iyi şeyleri severek yapsın. Kallisthenes'in, Büyük İskender kadar içmeye razı olmayıp bu yüzden kralın gözünden düşmesini filozoflar bile iyi görmemişlerdir. İnsan kralıile gülüp eğlenmeli, cümbüş etmeli. Hatta ben bir delikanlının cümbüşlerde arkadaşlarından daha canlı, daha dayanıklı olmasını isterim. İnsan kötü şeyleri, bilmediği, beceremediği için değil, canı istemediği için yapmamalı.
Multum interest utnım peccare aliquis nolit aut nesciat. (Seneka)
Kötülük etmeyi istememek başka, bilmemek başkadır.
Fransa'da her türlü taşkınlıktan uzak kalmış bir baya, kibar bir mecliste: Kral'ın Almanya'daki işlerini görürken, kaç kez sarhoş olmak zorunda kaldınız? diye sordum; bunu iltifat olsun diye sormuştum, o da öyle aldı ve üç defa sarhoş olduğunu söyleyerek üçünün de hikâyesini anlattı. İçki içmemek yüzünden Alınanlar arasında çok sıkıntı çekmiş olanları bilirim. Alkibiades'in bulunmaz yaratılışına hayran olduğumu çok kez söylemişimdir. Alkibiades hiç sağlığı bozulmadan her türlü hayata kolayca girer, çıkar gün olur İranlılar'dan daha süslü, daha görkemli, gün olur Lakedemonyalılar'dan daha içine kapalı, daha tok gözlüdür Isparta'da her zevke perhiz, İonia'da her zevke düşkündür.
Omnis Aristippum decuit color, et status, et res. (Horatius)
Aristippos'a her kılık, her baht yakışır. (Kitap 1, bölüm 26)

19 Mayıs 2007 Cumartesi

NASIL KONUŞMALI

Sözümün akışını bozup güzel tümceler aramaktansa güzel tümceleri
bozup sözümün akışına uydurmayı daha doğru bulurum. Bir sözün
ardından koşmamalıyız, söz bizim ardımızdan koşmalı, işimize
yaramalı, Söylediğimiz şeyler sözlerimizi almalı ve dinleyenin
kafasını öyle doldurmalı ki artık sözcüklerini hatırlayamasın.
İster kağıt üstünde olsun, ister ağızdan, benim sevdiğim konuşma,
düpedüz, içten gelen, lezzetli, şiirli, sıkı ve kısa kesen bir konuşmadır.
Güç olsun, zararı yok; ama sıkıcı olmasın; süsten, özentiden kaçsın
düzensiz, gelişigüzel ve korkmadan yürüsün. Dinleyen, her yediği
lokmayı tadarak yesin. Konuşma, Sueton'un, Julius Caesar'ın
konuşması için dediği gibi, askerce olsun; ama ukalaca, avukatça,
vaizce olmasın.
Söylev sanatı, insanı söyleyeceğinden uzaklaştırıp kendi yoluna
çeker. Gösteriş için herkesten başka türlü giyinmek, gülünç kılıklara
girmek nasıl pısırıklık, korkaklıksa, konuşmada bilinmedik sözcükler,
duyulmadık tümceler aramak da bir medreseli çocuk çabasıdır. Ah,
keşke Paris'in sebze çarşısında kullanılan sözcüklerle konuşabilsem!
(Kitap 1, bölüm 26)

25 Nisan 2007 Çarşamba

HAYAT VE FELSEFE

Çok gariptir; çağımızda işler o hale geldi ki felsefe, anlayışlı insanlar
arasında bile, ne teorik ne pratik hiçbir yararı ve değeri olmayan boş
ve kuru bir laf olup kaldı. Bence bunun nedeni, felsefenin ana
yollarını sarmış olan safsatalardır. Felsefeyi, çocuklar için ulaşılmaz,
asık suratlı, çatık kaşlı ve belalı göstermek büyük bir hatadır. Onun
yüzüne bu sahte, bu kaskatı bu çirkin maskeyi kim takmış? O ki hep
bayram ve hoş zaman içinde yaşamayı emreder bize. Gamlı ve buz
gibi soğuk bir yüz içimizde felsefenin barınamadığını gösterir.
Felsefeyi barındıran ruh, kendi sağlığıyla bedeni de sağlam etmeli.
Huzur ve rahatın ışığı ta dışardan görünmelidir. Dış varlığı kendi
kalıbına uydurmalı ve böylece ona sevimli bir gurur, hareketli ve
neşeli bir tavır, memnun ve güleryüzlü bir hal vermelidir. Bilgeliğin
en açık görüntüsü, sürekli bir sevinçtir. Onun durumu, aydan daha
yukarda olan şeylerin durumu gibidir. Hem de rahat. Müritlerini
çamur ve kir içinde yaşatan felsefe değil, Barocco ve
Baralipton'culardır. (Skolastikte bazı önerme türleriyle ilgili uydurma
sözcükler.) Onlar felsefenin yalnız adını duymuşlardır. Yoksa nasıl
olur? Felsefe ruhun fırtınalarını dindirmeyi, açlığı ve hastalığı gülerek
karşılamayı, birtakım uydurma müneccim işaretleriyle değil, doğal ve
somut yollarla öğretmeye çalışır. Felsefenin amacı erdemdir; bu
erdem de, medresenin söylediği gibi, sarp, yalçın ve çıkılmaz bir
dağın başına dikilmiş değildir. Ona yaklaşanlar, tersine güzel,
bereketli ve çiçekli bir ova içinde görürler onu. Orada erdem yine her
şeyden yüksektedir; fakat yerini bilen olunca, ona gölgeli, çimenli,
güzel kokulu yollardan, güle söyleye, göklerin kubbesi gibi rahat ve
dümdüz bir inişle varılabilir. Bazıları bu yüksek, bu güzel, bu zafer
sevinci dolu, aşk dolu, tadına doyulmaz, yiğitliğine ulaşılmaz erdemin,
tatsızlığa, rahatsızlığa, korkuya, zorbalığa açıkça ve amansızca
düşman olan, kendine doğayı kılavuz, mutluluğu ve zevki eş bilen
erdemin semtine uğramadıkları için gitmişler, güçsüzlüklerine uygun
olarak, böyle kasvetli, titiz, somurtkan, eli sopalı, asık suratlı,
anlamsız bir erdem örneği tasarlamışlar ve onu, insanları korkutmaya
mahsus bir umacı gibi, dünyadan uzak bir kayalığın üstüne,
dikenlikler arasına koymuşlar...

Gerçek erdem zengin, kudretli ve bilgili olmasını, mis kokulu
yataklarda yatmasını bilir. Hayatı sever; güzelliği de, şanı ve onun da,
sağlığı da sever. Fakat onun öz be öz işi, bu nimetler ölçü ile
kullanmasını ve yiğitçe bırakıp gitmesini bilmektir: Çetinliğinden çok
daha fazla büyüklüğü olan bir iş, ki onsuz her hayat bozuk, karışık ve
şekilsizdir ve bu yüzden tehlikeli engeller, dikenlikler ve ejderhalarla
dolmaya elverişlidir. Eğer eğitilecek genç, acayip yaratılışlı olur da
güzel bir yolculuk hikayesi, yahut anlayabileceği bir felsefe konusu
yerine masal dinlemeyi yeğ tutarsa, arkadaşlarının genç dinç
yüreklerini coşturan davullar çalındığı zaman o, kendisini hokkabaz
oyunlarına çağıran arkadaşının yanına giderse, bir savaştan toz
toprağa ve zafere bürünüp dönmeyi, top oyunundan yahut balodan bir
armağanla dönmekten daha hoş ve daha çekici bulmazsa, bu genç için
bir tek çare görüyorum: Eğitmeni onu daha çocukken, kimseye
duyurmadan boğar; yahut da bu gence, bir düka'nın oğlu bile olsa
herhangi bir şehirde pastacılık yaptırılır. Platon der ki, çocuklara
babalarının yeteneklerine göre değil, kendi yeteneklerine göre meslek
bulmak gerekir.

Mademki asıl felsefe bize yaşamayı öğreten felsefedir ve mademki
çocuğun da öbür yaştakiler gibi, ondan alacak olduğu dersler vardır,
niçin çocuğa felsefe öğretilemezmiş:

Udum et molle lutum est; nunc properandus, et acri Fingendus sine
fine rota (Persius)

Çamur yumuşak ve ıslak; çabuk, çabuk olalım. Durmadan dönen
çark biçim versin ona.

Bize yaşamayı ömür geçtikten sonra öğretiyorlar. Cicero dermiş ki,
iki insan hayatı yaşayacak olsam bile, lirik şairleri incelemeye zaman
harcamam. Bence bu dırdırcılar daha hazin bir şekilde yararsızdır.
Çocuğumuzun o kadar yitirecek zamanı yoktur: Pedagogların elinde
ancak hayatının ilk on beş, on altı yılını geçirebilir: Geri kalan zaman
hayatındır. Bu kadar kısa bir zamanı zorunlu bilgilere verelim; üst
yanı emek israfıdır. Hayatımızın işine yaramayan bütün bu çetrefil
diyalektik oyunlarını kaldırıp atın; iyi seçmesini ve iyi açıklamasını
bilmek koşuluyla basit felsefe konuları alın: Bunlar Boccacio'nun
masalından daha kolay anlaşılır. Bir çocuk buları sütnineye verildiği
andan itibaren okuma yazmadan çok daha kolay öğrenebilir.

Felsefenin insanlara, yaşamaya başlarken de, ölüme doğru giderken
de söyleyecekleri vardır. (Kitap 1, bölüm 26)

13 Nisan 2007 Cuma

ARAMA SEVGİSİ

Demokritos sofrasına gelen incirleri yerken bir bal kokusu almış ve
hemen bir araştırmadır başlamış kafasında, o güne dek incirlerinden
almadığı bu koku nerden gelebilir diye. Merakını gidermek için
kalkmış sofradan, incirlerin toplandığı yeri görmeye gitmek istemiş.
Sofradan niçin kalktığını duyan hizmetçi kadın gülmüş: Boşuna
zaman kaybetmeyin, demiş; incirleri bal çanağına koymuştum
toplarken. Demokritos'un canı sıkılmış bu araştırma fırsatını kaçırdığı,
bir merak konusu elinden alındığı için. Hadi be sen de, demiş hizmetçi
kadına, keyfimi kaçırdın; ama ben yine de bal kokusu incirde
kendiliğinden varmış gibi nedenini araştıracağım. Böyle demiş ve
yanlış, kendi varsaydığı bir etkiye doğru nedenler bulmaktan geri
kalmamış. Ünlü ve büyük bir filozofun bu hikayesi, sonunda bir
kazanç umudu olmaksızın, bizi seve seve bir şeylerin ardına düşüren
araştırma tutkumuzu apaçık anlatıyor. Plutarkhos'un anlattığı buna
benzer bir örnekte de adamın biri arama zevkini yitirmemek için
kuşkulandığı gerçeğin kendisine söylenmesini istemez: Kana kana su
içme zevkini yitirmemek için hekimin kendisini sıtmadan
kurtarmasını istemeyen hasta gibi.

Tıpkı bunun gibi, ruhun her türlü beslenişinde zevk çok kez tek
başınadır, hoşumuza giden her şey besleyici ya da sağlığa yararlı
değildir. Düşüncemizin bilimden aldığı da, ne karın doyurduğu, ne de
sağlık getirdiği halde hazdır yine de.

Her şeyin bir adı bir de kendisi vardır. Ad, nesneyi gösteren, arılatan
bir sestir ad, nesnenin, özün bir parçası değildir; nesneye eklenen
yabancı, nesne dışı bir takıntıdır. (Kitap 2, bölüm 16)

MUTLULUK ÜSTÜNE

Scilicit uftima semper

Expectanda dies homini est, dicique beatus

Ante obitum nemo, supremaque funera debet (Ovidius)

İnsanın son gününü beklemeli her zaman

Mutlu dememeli ona ölmeden

Cenazesi kaldırılmadan.

Bu konuda Krezus'u hikayesini çocuklar da bilir;

Pers kralı onu esir edip ölüme mahkum edince sehpaya giderayak,
Ah Solon, ah Solon! diye bağırmış. Krala götürmüşler bu sözü, o da
ne demek istediğini sordurunca Solon'un kendisine verdiği bir öğütün
ne doğru çıktığını anlatmış. Solon bir gün demiş ki ona: «Talih ne
kadar güleryüz gösterirse göstersin, ömürlerinin son günü geçmeden
insanlar mutlu saymamalı kendilerini; çünkü insan hayatı kararsız,
değişkendir; ufacık bir eylem yüzünden bir durumdan bambaşka bir
duruma geçiverir.»

Agesilaus da, Pers kralının o kadar genç yaşta öyle büyük bir devlete
konduğu için mutlu sayılabileceğini söyleyen birine: İyi ama, demiş,
Priamos da o yaşta mutsuz değildi. O büyük İskender'den sonraki
Makedonya krallarının Roma'da dülgerlik, budamacılık yaptıkları,
Sicilya zorbalarının Koryntos'da çocuk bakıcısı oldukları görüldü.
Dünyanın yarısını fethetmiş, bunca orduları yönetmiş bir İmparator bir
Mısır kralının aşağılık adamlarına yalvarma zavallılığına düşüyor: Altı
yedi ay daha az yaşamış olsa bu hale düşmeyecekti koca Pompeius.
Bizim babalarımız zamanında da, bütün İtalya'yı o kadar uzun süre
sarsmış olan Milano Dukası Sforza, zindanda öldü, daha kötüsü on yıl
yaşadı o öldüğü zindanda. Hıristiyanlık dünyasının en büyük kralının
dulu, kraliçelerin en güzeli, Maria Stuart, cellat eliyle ölmedi mi
geçenlerde? Binlerce örneği var bunun. O kadar ki, fırtınalar,
kasırgalar nasıl mağrur ve yüksek yapılarımıza daha çok yüklenirlerse,
bu dünyanın büyüklerini yukarılarda kıskanan güçler var diyeceği
geliyor insanın. Ve talih sanki ömrümüzün son gününü bekliyor, uzun
yıllar boyunca yaptığını bir anda yıkma gücü olduğunu göstermek
için. Laberius gibi bağırttırmak için bizi: Gereğinden bir gün fazla
yaşamışım! diye.

Solon'un doğru sözü böyle yorumlanabilir. Ama o bir filozof
olduğuna ve filozoflar mutluluğu, mutsuzluğu talihin cilvelerine
bağlamadıklarına, büyüklüklere zaten önem vermediklerine göre, daha
derin düşünmüş ve demek istemiş olabilir ki bence, ömrümüzün
mutluluğu, soylu bir ruhun rahatlığına, doygunluğuna, düzenli bir
kafanın kararlı ve güvenli oluşuna bağlı olduğu için, hiçbir insana,
komedyasının en son ve kuşkusuz en zor perdesini oynamazdan önce
mutlu denemez. O perdeden önce maske takınmış, felsefenin güzel
öğütlerine gösteriş olsun diye uymuş, ya da sarsıcı olaylarla
sınanmadığımız için hep sağlam yürekli kalmayı başarmış olabiliriz.
Ama ölüm karşısında son rolümüzde, gösterişe yer kalmaz artık, o
zaman ana dilimizle konuşmak, dağarcığımızda iyi kötü ne varsa
olduğu gibi ortaya dökmek zorundayız.

Nam verae voces tum demum pectore ab imo

Ejiciuntur, et eripitur persona, manet res. (Lucretius)

İşte o zaman içten sözler dökülür yürekten

Maske düşer, yüz kalır ortada.

İşte onun için hayatımızın bütün eylemleri bu son mihenk taşında
denenmelidir. Başlıca gündür o, bütün öteki günleri yargılayan
gündür. Bütün geçmiş yılların hesabı o gün verilmeli, der eskilerden
biri. Ben de çalışmalarımın meyvesini denemeyi ölüme bırakıyorum.
O zaman görürüz düşüncelerimin ağzımdan mı, yüreğimden mi
çıktığını... (Kitap 1, bölüm 19)

31 Mart 2007 Cumartesi

Mutluluk



Büyük İskender'in dalkavukları onu, Zeus'un oğlu olduğuna
inandırmışlar. Bir gün yaralanıp da yarasından kan aktığını görünce:
Buna ne diyeceksiniz, bakalım? demiş; kıpkızıl, mis gibi insan kanı
değil mi bu? Homeros'un destanlarında tanrıların yarasından akan kan
hiç de böyle değildir. Şair Hermodoros, Antigonos'u öven şiirlerinde,
ona güneşin oğlu diyormuş. Antigonos: Oturağımı döken adam benim
güneşin oğlu olmadığımı çok iyi bilir, demiş. İnsan her yerde hep o
insandır; ve bir insanın özünde soyluluk olmadı mı, dünyanın tacını
giyse yine çıplak kalır.

Puellae Hunc rapiant

Quicquid calcaverit hiç, rosa fiat. (Persius)

Kızlar alsa çevresini

Güller bitse bastığı yerde.

Ruhu kaba ve duygusuz olan için, bütün bunlar neye yarar? İnsanın
sağlığı ve düşüncesi yerinde değilse, hazdan, mutluluktan da bir şey
anlamaz.

Heac perinde sunt, ut illius animus qui ea possidet

Qui uti scit, ei bona, illi qui non utitur recte, mala. (Terentius)

Sahibine göre değişir bir şeyin değeri

Zarar görürse kötüdür, yarar görürse iyi.

Talih insana bütün nimetlerini verse, onları tadabilecek bir ruh
gerekir. Bizi mutlu eden, bir şeyin sahibi olmak değil, tadına
varmaktır.

Non domus et fundus, non aeris acervus et auri

Aegrosto domini deduxit corpore febres,

Non animo curas: valea possesor oportet,

Qui comportatis rebus bene coqitat uti.

Qui cupit aut metuit, ivuat illum sic domus aut res,

Ut lippum pictae tabulae, formenta podagram. (Horatius)

Ev, mal, mülk, yığınla tunç ve altın;

Yarasına merhem olmaz

Vücudunda, ruhunda dert olan adamın.

Eldeki nimetleri tadabilmesi için

Keyfi yerinde olmalı insanın.

Ev bark neye yarar dertli, korkulu olana

Gözleri çipilli olan ne yapsın tabloyu,

Damlalı hasta neden gitsin hamama?

Nasıl dili pas tutmuş bir adam Yunan şarabının tadından bir şey
anlamazsa, nasıl bir at üzerindeki zengin koşumların farkında
olmazsa, vurdumduymaz, zevksiz bir ahmak da içinde yaşadığı
nimetlerin tadına varamaz. Platon da der ki: Sağlık, güzellik, güç,
zenginlik ve bütün bu iyi dediğimiz şeyler insanın doğrusuna ne kadar
yaraşırsa, eğrisine de o kadar yaraşmaz; kötü dediğimiz şeyler de
tersine.

Ruhta ve bedende rahatlık olmadıkça, döşek rahat olmuş neye yarar?
Vücudumuza bir iğne, ruhumuza bir dert girdi mi, dünyalar bizim de
olsa rahatımız kaçar. Kum sancıları bir başladı mı, insan ne kadar
devletli, haşmetli de olsa, tacını, tahtını, saraylarını unutmaz mı?

Totus et argento coMlatus, totus et auro. (Tibullus)

Altına, gümüşe gömülü de olsa.

Bir kral öfkelendiği zaman, krallığı onu kızarmaktan, sararmaktan,
deli gibi dişlerini gıcırdatmaktan koruyabilir mi? Kral, kafalı ve iyi
yaratılışlı bir adamsa mutluluğuna krallığının kattığı şey pek azdır:

Si ventri bene, si lateri est pedibusque tuis, nil

Divitiae poterunt regales addere maius. (Horatius)

Miden iyi, ciğerlerin ayakların sağlamsa

Kralların hazineleri, daha fazla mutlu edemez seni.

Tacın tahtın yalancı, aldatıcı şeyler olduğunu görür; hatta belki de
kral Seleukos gibi düşünerek der ki: Hükümdar asasının ne kadar ağır
olduğunu bilen, onu yolda bulsa, elini sürmez, geçer. Seleukos
bununla, iyi bir krala düşen ödevlerin ne büyük, ne ezici olduğunu
söylemek istiyordu. Gerçekten, başkalarını düzene sokmak az iş
değildir kendi kendimize düzen vermenin ne kadar güç olduğunu
biliriz. İnsanlara komuta etmek pek rahat bir iş gibi görünür ama ben
kendi hesabıma, insan kafasının ne kadar güçsüz, yeni ve belirsiz
şeyler arasında doğruyu bulmanın ne kadar güç olduğunu gördükten
sonra şu kanıya vardım ki, başkalarının ardından gitmek önde
gitmekten çok daha kolay, çok daha hoştur. Çizilmiş bir yolda
yürümek ve yalnız kendi hayatından sorumlu olmak ruh için büyük bir
rahatlıktır.

Ut satius multo iam sit parere quietum,

Quam regere imperio res velle. (Lucretius)

Öyleyse sessizce boyun eğmek

Devletin dümenini tutmaktan iyidir.

Kaldı ki, Keyhusrev'in dediği gibi, insanın komuta etmeye hakkı
olması için komuta ettiklerinden daha değerli olması gerekir.
Ama Ksenophanes'in anlattığına göre, kral Hieron daha ileri giderek
diyor ki: Krallar beden hazlarını bile herkes kadar tadabilecek halde
değildirler, çünkü rahatlık ve kolaylık onlara bu hazlardan bizim
duyduğumuz acıyla karışık tadı, mayhoşluğu tattırmaz.

Pinguis amor nimiumque potens, in taedia nobis

Vertitur, et stomacho dulcis ut esca nocet. (Ovidius)

Fazla yüz bulan, her dediğini yaptıran aşk bezginlik verir;

İyi bir yemeği fazla kaçırmak da mideyi bozar.

Bolluk kadar insanı sıkan, usandıran şey yoktur. Karşısında üç yüz
kadını birden buyruğuna hazır gören bir adamda istek mi kalır? Büyük
Sultan'ın (Osmanlı padişahı; belki Kanuni Sultan Süleyman.) sarayında
öyle imiş. Onun atalarından biri de ava giderken beraberinde en az yedi
bin şahinci götürürmüş; böyle bir avın anlamı ve tadı acaba neresinde
idi? (Kitap 1, bölüm 42)

23 Mart 2007 Cuma

Kendimizi Tanımak


Plinius'un dediği gibi, herkes kendisi için bir derstir elverir ki insan
kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi
söylemek değil, kendimi öğrenmektir; başkasına değil kendime ders
veriyorum. Ama bunları başkalarına da anlatmakla kötü bir iş
yapmıyorum: Bana yararı olan bu işin belki başkasına da yararı
olabilir. Zaten benim bir şeye dokunduğum yok. Yalnız kendimle
uğraşıyorum; delilik ediyorum, bundan zarar görecek başkası değil,
benim; çünkü bu öyle bir delilik ki bende başlayıp bende bitiyor,
hiçbir kötülüğe yol açmıyor. Eskilerden yalnız iki üçünün bu işi
denediğini söylerler; ama onların, yalnız adlarını bildiğimiz için
benim yaptığımın tıpkısını yapıp yapmadıklarını söyleyemeyiz.
Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını gözlemek, onun karanlık
derinliklerine kadar inmek, türlü hallerindeki bunca incelikleri
ayırdedip yazmak sanıldığından çok daha zahmetli bir iştir. Sonra bir
taraftan bu işin o kadar başka, o kadar garip bir zevki de var ki insanı
dünya işlerinden, hem de en değerli dünya işlerinden çekip alıyor.
Birkaç yıldır düşüncelerimin kendimden başka amacı yok; yalnız
kendimi sorguya çekiyor ve inceliyorum.

Başka bir şeyi incelediğim de oluyor ama, onu da hemen kendime
çekiyor, daha doğrusu, kendime mal ediyorum; daha az yararı olan
öteki bilimlerde olduğu gibi, bu bilimde öğrendiklerimi başkalarına
bildiriyorsam, bunda hiçbir kötülük görmüyorum. Şunu da söyleyeyim
ki öğrendiklerimle hiç de yetinmiyorum. İnsanın kendini
anlatmasından daha zor ve daha yararlı hiçbir şey yoktur. Üstelik,
meydana çıkmak için insanın süslenmesi, kendine çekidüzen vermesi
gerekiyor. Ben durmadan kendimi düzenliyorum, çünkü durmadan
anlatıyorum.

Kendinden sözetmeyi kötü görmek, yasak etmek adet olmuştur
çünkü kendinden sözetmek her zaman kendini övmek gibi görünür
kendini övmekse herkesin zıddına gider. Ama kendinden sözetmeyi
yasak etmek, çocuğun burnunu silecek yerde, burnunu koparmak olur.

İn vitium ducit culpae fuga (Horatius)

Kusur korkusuyla suç işliyoruz.

Bu tedbirde ben kardan çok zarar görüyorum, hatta kendimden
sözetmek mutlaka övünmek olsa bile ben asıl amacıma bağlı kalmak
için, kendimdeki bu hastalığı ortaya koyacak bir işten kaçınmamalıyım;
işlediğim, hem de edindiğim bu kusuru gizlememeliyim. Ama, bana
sorarsanız, birçokları içip sarhoş oluyor diye, şarabı yasak etmek
yanlıştır fazla kaçırılan şeyler hep iyi şeylerdir. Kendinden sözetmenin
kötü sayılması bence yalnız, halkın düşeceği kaba hatalardan ötürüdür.
Bu türlü kurallar budalalara vurulan dizginlerdir: Ne azizler -ki
kendilerinden pekala sözederler-, ne filozoflar, ne bilginler bu kuralları
dinler; onlara hiç benzememekle birlikte ben de bu kuralları
dinlemiyorum. Onların ereği kendilerini anlatmak değildir, ama sırası
gelince de kendilerini uluorta göstermekten çekinmezler. Sokrates
kendinden sözettiği kadar neden sözeder? Hep müritlerini de
kendilerinden sözetmeye, kitaplardan öğrendiklerini değil içlerinde olup
bitenleri anlatmaya dürtüklemez mi? Tanrıya ve rahibe kendimizden
sözetmiyor muyuz? Protestan komşularımız bunu halkın gözü önünde
yapıyorlar. Diyeceksiniz ki, onlara yalnız kötü taraflarımızı anlatırız.
Ama bu, her şeyi söylüyoruz demektir; çünkü iyi tarafımız da bütün
günahlardan arınmış değildir.

Benim mesleğim, sanatım yaşamaktır. Bana hayatımı duyduğum,
gördüğüm ve yaşadığım gibi anlatmamı yasak edenler mimara da
desinler ki, sen binalardan kendine göre değil başkasına göre, kendi
bilginle değil başkasının bilgisiyle sözedeceksin. Kimse sormadan
kendi değerlerini ortaya koymak bir övünme ise niçin Cicero
Hortentius'un, Hortentius Cicero'nun söz güzelliğini öne sürüyor?
Bana diyebilirler ki: Kendini kuru sözle değil işle ve eserle anlat. Ben
her şeyden önce düşüncelerimi anlatıyorum, bunlarsa ün ve eser haline
gelemeyecek kadar belirsiz şeyler: Onları söz haline getirmekte bile
güçlük çekiyorum. Birçok olgun ve değerli insanlar herhangi bir iş
görmekten kaçınmışlardır. Yaptığımız işler kendimizden çok
rastlantıların eseridir: Bu işler kendi özlerini belli ederler; beni ise
ancak şöyle böyle, belli belirsiz, parça parça gösterebilirler.
Ben kendimi olduğum gibi gösteriyorum: Öyle bir beden yapısı
koyuyorum ki ortaya bir bakışta damarları, kasları, her şeyi yerli
yerinde görüyorsunuz.

Öksürük, sararma, yahut yürek çarpması yalnız bedenin bir kısmını,
onu da şöyle böyle, gösterebilir. Ben yaptıklarımı değil, kendimi, öz
benliğimi anlatıyorum.

Bence insan ne olduğunu bilmekte dikkatli olmalı; iyi tarafını da,
kötü tarafını da aynı titizlikle ortaya çıkarmalıdır. Eğer ben kendimi
iyi ve olgun görseydim, bunu bağıra bağıra söylerdim. Kendimi
olduğumdan az göstermek, alçakgönüllülük değil, budalalıktır;
kendine değerinden az paha biçmek korkaklıktır, pısırıklıktır.
Aristoteles'e göre, hiçbir iyilik sahtelikle bir arada gitmez; doğru
hiçbir zaman yanlışa yer vermez. Kendini olduğundan fazla göstermek
de, çoğu kez gururdan değil budalalıktandır. Bence bu kendini
beğenme illetinin esası, kendinden pek fazla hoşlanmak, kendi
kendine hayasızca aşık olmaktır. Bunun en iyi çaresi, kendinden
sözetmeyi yasaklayan ve böylece bizi kendimiz üzerinde düşünmekten
büsbütün alıkoyanların dediklerinin tam tersini yapmaktır. Gurur
insanın düşüncesidir; söze dökülen onun pek küçük bir parçasıdır.
Bu adamlar öyle sanıyorlar ki insanın kendi üzerinde durması,
kendinden hoşlanması, hep kendisiyle uğraşması kendine fazla düşkün
olması demektir. Oysaki aşırı benciller kendilerini pek üstünkörü
bilenler, kendilerinden önce işlerine bakanlardır. Onlara göre kendi
kendisiyle başbaşa kalmak, sırtüstü yatıp vakit öldürmektir; ruhunu
zenginleştirmeye, kendini adam etmeye çalışmak boş hayaller
kurmaktır. Sanki kendimiz bizden ayrı, bize yabancı birisiymiş gibi.
Kendinden aşağıya bakıp da kendi kafasına hayran olan adam,
kendinden yukarıya, geçmiş yüzyıllara gözlerini kaldırsın; o zaman
yüzlerce devin ayakları altında kalacak ve burnu kırılacaktır. Kendi
mertliğiyle övünüp böbürleniyorsa, onu çok geride bırakan Scipion'un,
Epaminondas'ın, bunca orduların ve ulusların hayatlarını hatırlasın.
İnsan kendindeki eksik ve cılız değerleri, üstelik insan hayatının
hiçliğini hesaba katarak düşünecek olursa, hiçbir değeriyle övünmeye
kalkışmaz. Yalnız Sokrates, tanrısının dediğine uyup kendini
gerçekten tanımasını ve küçük görmesini bildiği için Bilge adını
almaya hak kazanmıştır. Kendini böylesine tanıyan adam istediği
kadar kendinden sözetsin. (Kitap 2, bölüm 6)

18 Mart 2007 Pazar

Montaigne Üzerine Düşünceler



- Denemeler'de gördüğüm her şeyi Montaigne'de değil kendimde
buluyorum. (Pascal)

- Bir kitap buldum burada. Montaigne'in kitabı; yanıma almadım
sanıyordum. Aman ne hoş adam. Ne zevk onunla birlikte olmak.
(Mme. de Sevigne)

- Montaigne, o hoşsohbet insan,
Bazen derin, bazen sudan
Kuşku duymasını bilmiş
Burnu bile kanamadan.
Kerli ferli softalarla
Alay etmiş sakınmadan. (Voltaire)

- Eminim, alışacaksınız Montaigne'e. İsanoğlu ne düşündüyse onda
var ve bu kadar güçlü biçem zor bulunur. Bir şey öğretmiyor, çünkü
hiçbir şeyi kestirip atmıyor. Doğmacılığın tam tersi. Mağrur adam,
ama kim mağrur değil ki? Alçakgönüllü görülenler büsbütün mağrur
değiller mi? Her satırında Ben, Kendim diye konuşuyor, ama Ben,
Kendim demeden hangi bilgiye varılabilir? Haydi, bırakın Allah
aşkına hocam, filozofun, metafizikçinin bundan iyisi görülmemiş.
(Mme. du Deffand)

- Montaigne, o tanrı gibi adam, 16. yüzyılın karanlıktan içinde tek
başına diri ve tertemiz bir ışık saçmış; dehası ancak zamanımızda,
gerçek ve felsefi düşünce boşinançların, geriliklerin yerini alınca
anlaşıldı. (Grimm)

- Montaine'in düşünceleri yanlış, ama güzel. (Malebranche)

- Yazarların çoğunda, yazan adamı görüyorum, Montaigne'de
ise düşünen adamı. (Montesquku)

- Çocukken babamın kitaplığından bana Dememeler çevirisinin
perişan bir cildi kalmıştı. Yıllar sonra, kolejden çıkışımda bir cildi
okudum ve ötekilerini arayıp buldum. Bu kitapla ne büyük haz ve
hayranlık saatleri geçirdiğimi hatırlıyorum. Bu kitabı, yaşadığım
başka bir hayatta yazmışım gibi geliyor o kadar candan bana, benim
düşüncemi, benim hayat deneyimimi söylüyordu. (Emerson)

- Montaigne amma da düşünce çalmış benden! (Beranger)

- Montaigne ölüyor: Kitabını tabutunun üstüne koyuyorlar;
cenazesinde yakını olarak din bilgini Charron ve manevi kızı
Mademoiselle de Goumay var Resmen septik olarak Bayle ve Naude
onlara katılıyor. Sonra Montaigne'e az çok bağlananlar, bir an için
ondan zevk almış olanlar, bir an için yalnızlık sıkıntısından kurtardığı,
kuşku duydurmak sayesinde düşündürdüğü kimseler; akraba ve komşu
olarak Madame de Sevigne, La Fontaine; onun yaptığını yapmaya
özenip onu taklit etmeyi onur bilenler: La Bruyere, Montesquieu,
Jean-Jacques Rousseau; ortada tek başına Voltaire; daha az önemli
kimseler, karmakarışık: Saint-Evremond, Chaulieu, Garat... Daha
arkada çağdaşlarımız ve belki hepimiz. Ne büyük bir cenaze alayı. Bir
insanın Ben'i için bundan daha fazla umulabilir mi? Peki ama, ne
yapıyorlar bu cenaze alayında? Tören gereğince hüngür hüngür
ağlayan Mademoiselle de Gournay den başka herkes konuşuyor:
Ölenden, onun sevimli taraflarından, hayata bu kadar karışan
felsefesinden sözediyorlar. Herkes kendi kendinden sözediyor. Onunla
herkesin ortak olduğu taraflar ortaya konuyor. Kimse ona olan
borcunu unutmuyor; her düşünce onun bir yankısı gibi... Korkarım bu
alayda dua eden tek adam Pascaldır. (Sainte-Beuve)

- Montaigne'i sevmek kendini sevmek, kendini her şeye tercih
etmektir. Montaigne'i sevmek yalnız gerçeği değil, doğruluğu ve ödev
duygusunu da yalnız kendinden yana çekmektir. Montaigne'i sevmek,
hayatımızda hazlara, zavallı yaradılışımızın kaldıramayacağı kadar yer
vermektir... (Brunetiere)

- Montaigne Fransız Rönesansını bitirip Klasik çağı haber veriyor.
(Lanson)

- Pilatus'un, devirler boyunca yankısı çınlayan korkunç sorusu
karşısında Montaigne, daha insanca, daha din dışı, başka bir anlamda
İsa'nın tanrıca cevabını vermiş oluyor:

Serbest Düşünce

Montaigne Avrupa'ya serbest düşünmesini öğretmiş olan adamdır,
demek fazla büyük söylemektir, ama böyle bir söz olsa olsa
Montaigne için söylenebilir. On altıncı yüzyılda serbest düşünmek,
babadan kalma, donmuş, su götürmez düşünce kalıplarını zorlamak, başka türlüsünü düşünmeyi kimsenin göze alamadığı inanışların doğruluğundan kuşku duymak hastalıklardan dinlere, adetlerden kanunlara kadar insan hayatının her yönü üzerinde kendi aklının ışığıyla yeni baştan düşünce yürütmekti. Buysa o zaman tek başına Amerika'yı keşfe gitmek gibi bir işti. Gerçi Rönesans Avrupası'nda bu iş artık olanaksızlıktan çıkmış, okur yazarlar bir yandan dünyanın, bir yandan da Yunan ve Latinlerin daha iyi tanınmasıyla insanoğlunun türlü türlü düşünmesi olanağı bulunduğunu öğrenmiş, yer yer, zaman zaman hocadan izinsiz düşünme denemelerine başlamışlardı. Fakat bütün hayatını bu denemelere hasreden, kendini serbest düşüncenin deney tahtası haline getiren ilk adam Montaigne oldu.

İki Ders


Gerçi Montaigne'de türlü türlü düşünceleri, ileri geri bütün siyasi
inançları destekleyen, ya da öyle görünen düşünceler bulunabilir.
Onda bir taraflı, sistemli sürekli bir görüş olmadığı için bugün çeşitli
yollara ayrılmış olan insan düşüncesi onu istediği yana çekebilir; ama
hiçbir zaman çekilemeyeceği taraflar vardır: Bunlardan biri doğa ötesi,
biri de bağnazlıktır. Denemeler'i okuyan şu iki dersi almamazlık
edemez: Doğanın istediği gibi düşün ve yaşa; hiçbir kitabın, hiçbir
doğanın kölesi olma. Aldanmıyorsam Batı kültürünün Montaigne'den
bugüne kadar ki gelişmesi genel olarak bu iki derse sadık kalmıştır.
Ancak aşırı ideolojiler az çok bağnazlığa muhtaç oldukları için
Montaigne pek işlerine gelmez. Tek taraflılığı küçümseyen bu adamın,
halkta kendi doktrinlerine karşı kuşku uyandırmasından çekinirler.
Oysa Montaigne'den ders almamış, yani doğa ötesinden ve taassuptan
kurtulamamış bir düşünce körükörüne bir partiye ancak kul olarak
hizmet edebilir, yaratıcı, geliştirici güç olarak değil. Montaigne'in işi,
diğer hümanistler gibi yeni düşüncenin ana yolunu açmak oldu; üst
tarafını başkaları düşünecekti; düşündüler, daha da düşünecekler.
Şurası kesin ki Montaigne her zaman düşüncemizin çemberlerini
kırmaya, kendi kendimizi eleştirip aşmaya yardım edecek.

MontaigNeden Merhaba

Gerçekten Montaigne kent hayatından kaçmış, Denemeler'i keyfi için
yazmış, onu okuyanların imanını sarsmıştır; fakat bunu öyle bir
zamanda yapmıştır ki, insanın oturup serbestçe düşünmesi işlerin en
gücü, kendi keyfi için yazı yazmak, gerçeği bulup göstermenin belki
tek yolu; insanların ruhlarındaki iman da yıkılması, değişmesi gereken
cinsten bir imandı. Montaigne hep kendini anlatıyordu; ama kendini
anlatırken insan düşüncesini yeni bir yola sokuyor, köhne inanışları,
doğaya, akla aykırı alışkanlıkları, safsataları baltalıyor, dünya
sevgisine, bilimsel düşünüşe, gerçekçi edebiyata yol açıyordu. Bir
insanda bütün insanlığın sorunları bulunduğuna inandığı için kendini
anlatırken, yalnız kendini düşünmüş olmuyordu. Kendini değil de
başkalarını anlatmış olsaydı, Denemeler'de yine aynı düşünceler
aynı duygular olacaktı. Onun zamanında kendini, insanlığı ve doğayı
keşfe çıkmak, cüret, iman ve çaba isteyen bir işti. Fransa böyle bir
girişimden zarar görmüştü demek, tutucu, dindar, bir Fransa daha
mutlu olacaktı, demeye varır. Doğrusu böyle bir Fransa ve böyle bir
dünya isteyenlere Montaigne'i beğendirmek güçtür.

MONTAIGNE'İN YAŞAMI

1533-Michel de Montaigne doğuyor ve Papessus köyünde bir sütnineye gönderiliyor.
1535-Michel, Fransızca bilmeyen Horstanus adlı bir Alman eğitmenine veriliyor. Bu eğitmen Michet'in babasının İtalyada gördüğü yeni bir yöntemle çocuğu hep Latince konuşarak yetiştiriyor.
1539-Michel, altı yaşında; Fransa'nın en iyi kolejlerinden birine, Guyenne Kolejine giriyor. Burada yedi yıl okuyor. Latin şiirinin tadına varıyor ve biraz da Yunanca öğreniyor.
1546-Bordeaux da; Edebiyat Fakültesinde felsefe okuyor.
1548-Bordeaux da isyan: Michel, Toulouse da hukuk okuluna gidiyor.
1554-Montaigne in babası Bordeaux Belediye Başkanı oluyor.
1555-Montaigne babasıyla Paris'e gidip geliyor.
1557-Bordeaux Belediye Meclisine giriyor.
1558-Montaigne'le La Boetie arasındaki büyük dostluk başlıyor.
1559-Bordeaux da mezhep kavgaları. Bir tüccar diri diri yakılıyor: Amyot, Plutarkhos'un Hayatlar'ını Fransızcaya çeviriyor. Montaigne'in en çok seveceği, okuyacağı kitap bu olacak.
1561-Bordeaux Belediye Medisi Montaigne'i önemli bir görevle saraya gönderiyor. La Boetie siyasal hayata giriyor:
1562-Protestanlara karşı şiddet hareketleri başlıyor. Montaigne, Rouen şehrini Protestanlardan almaya giden kral ordusuna katılıyor:
1563-Montaigne, Bordeaux'ya dönüyor: La Boetie ölüyor.
1565-9. Charles, Bordeaux'ya gelip bir süre kalıyor. Montaigne, Françoise de la Chassagne'la evleniyor.
1568-Babası ölüyor. Miras beş erkek, üç kız kardeş arasında bölünüyor. Michel, Montaigne çiftliğinin sahibi oluyor.
1569-Montaigne; babasının isteğiyle yaptığı Raimond Sebond'un thelogia üzerine bir eserinin çevirisini bastırıyor.
1570-Montaigne, Bordeaux Belediye Meclisindeki görevinden istifa ederek Paris'e gidiyor. La Boetie nin Latince şiirleriyle çevirilerini bastırıyor. Montaigne'in ilk kızı doğup iki ay sonra ölüyor.
1571-Montaigne, çiftliğine çekiliyor ve kütüphanesine şu Latince kitabeyi yazıyor:
«1571 yılı: Michel de Montaigne, otuz sekiz yaşında. Doğum yıldönümünden bir gün önce; meclisteki kulluğundan ve memuriyetinden bıkmış; fakat sapasağlam olarak kitapları arasına dönüyor ve geri kalan günlerini orada, sessizlik içinde geçirmeye karar veriyor.>
1572-Saint-Barthelemy kırımı. Montaigne Denemeleri'ni yazmaya başlıyor. Plutarkhos'un Ahlaki Eserleri'nin çevirisi çıkıyor ve Montaigne in elinden düşmüyor:
1573-İç savaş. Montaigne kralın ordusuna katılıyor; görevle Bordeaux'ya gönderiliyor.
1574-Montaigne'in dördüncü kızı doğup üç ay sonra ölüyor.
1575-Montaigne Paris'e gidiyor.
1576-Montaigne, Pyrrhon felsefesiyle yakından ilgileniyor: Raimond Sebond üstüne babasına söz verdiği eseri yazmaya başlıyor.
1577-Montaigne'in beşinci kızı doğup bir ay sonra ölüyor. Henri de Navarre, Montaigne'e yüksek bir rütbe veriyor. Montaigne ilk kez kum sancılarına tutuluyor. Denemeler'ine devam ediyor.
1578-Montaigne küçük bir orman satın alıyor.
1579-Montaigne kendini en çok anlattığı Denemelerini yazıyor.
1580-Denemeler ilk kez, iki cilt halinde basılıyor. Montaigne İsviçre'ye, İtalya'ya gidiyor. Paris'e dönüp kitabını krala sunuyor. Kral beğeniyor.
1581-Montaigne evine dönüyor.
1582-Montaigne, Bordeaux Belediye Başkanı oluyor, Denemeler'i birçok eklemelerle yeniden bastırıyor...
1583-Montaigne in altıncı kızı doğuyor ve birkaç gün yaşıyor.
1584-Navarre Kralı (Sonraki V. Henri) Montaigne'in çiftliğine gelip iki gün kalıyor.
1585-Montaigne Mareşal Matignon'la mektuplaşıyor. İç savaşta önemli roller oynuyor. Bordeaux'da veba çıkıyor. Montaigne görevi başına gelemiyor. Başkanlığı bitinceye kadar yakın bir kasabada kaldıktan sonra, ailesini alıp veba bölgesi dışına çıkıyor.
1586-Montaigne tarihçileri okuyor.
1587 Henri de Navarre tekrar Montaigne'in çiftliğine geliyor.
1588-Montaigne, Denemeler'in dördüncü baskısı için Paris'e gidiyor: Yolda Ligciler tarafından soyuluyor. Paris'te, Denemeler'in hayranlarından Mademoiselle de Gournay'le tanışıyor. İç savaş şiddetleniyor; Montaigne Kralla birlikte Rouen'e gidiyor. Tekrar Paris'e dönüşünde bir gün için Bastille'e atılıyor.
1589-Montaigne evine çekilip kitap okuyor. Denemeler'in yeni bir baskısını hazırlıyor: Birçok eklemeler yapıyor. Kitap en olgun şeklini buluyor.
1590-Montaigne'in kızı evleniyor: Yeni kral 4. Henri, Montaigne'e mektup yazıyor, yanına çağırıyor. Montaigne gidemiyor.
1591-Montaigne'in kızının bir kızı doğuyor.
1592-Montaigne ölüyor.