13 Nisan 2007 Cuma

ARAMA SEVGİSİ

Demokritos sofrasına gelen incirleri yerken bir bal kokusu almış ve
hemen bir araştırmadır başlamış kafasında, o güne dek incirlerinden
almadığı bu koku nerden gelebilir diye. Merakını gidermek için
kalkmış sofradan, incirlerin toplandığı yeri görmeye gitmek istemiş.
Sofradan niçin kalktığını duyan hizmetçi kadın gülmüş: Boşuna
zaman kaybetmeyin, demiş; incirleri bal çanağına koymuştum
toplarken. Demokritos'un canı sıkılmış bu araştırma fırsatını kaçırdığı,
bir merak konusu elinden alındığı için. Hadi be sen de, demiş hizmetçi
kadına, keyfimi kaçırdın; ama ben yine de bal kokusu incirde
kendiliğinden varmış gibi nedenini araştıracağım. Böyle demiş ve
yanlış, kendi varsaydığı bir etkiye doğru nedenler bulmaktan geri
kalmamış. Ünlü ve büyük bir filozofun bu hikayesi, sonunda bir
kazanç umudu olmaksızın, bizi seve seve bir şeylerin ardına düşüren
araştırma tutkumuzu apaçık anlatıyor. Plutarkhos'un anlattığı buna
benzer bir örnekte de adamın biri arama zevkini yitirmemek için
kuşkulandığı gerçeğin kendisine söylenmesini istemez: Kana kana su
içme zevkini yitirmemek için hekimin kendisini sıtmadan
kurtarmasını istemeyen hasta gibi.

Tıpkı bunun gibi, ruhun her türlü beslenişinde zevk çok kez tek
başınadır, hoşumuza giden her şey besleyici ya da sağlığa yararlı
değildir. Düşüncemizin bilimden aldığı da, ne karın doyurduğu, ne de
sağlık getirdiği halde hazdır yine de.

Her şeyin bir adı bir de kendisi vardır. Ad, nesneyi gösteren, arılatan
bir sestir ad, nesnenin, özün bir parçası değildir; nesneye eklenen
yabancı, nesne dışı bir takıntıdır. (Kitap 2, bölüm 16)

MUTLULUK ÜSTÜNE

Scilicit uftima semper

Expectanda dies homini est, dicique beatus

Ante obitum nemo, supremaque funera debet (Ovidius)

İnsanın son gününü beklemeli her zaman

Mutlu dememeli ona ölmeden

Cenazesi kaldırılmadan.

Bu konuda Krezus'u hikayesini çocuklar da bilir;

Pers kralı onu esir edip ölüme mahkum edince sehpaya giderayak,
Ah Solon, ah Solon! diye bağırmış. Krala götürmüşler bu sözü, o da
ne demek istediğini sordurunca Solon'un kendisine verdiği bir öğütün
ne doğru çıktığını anlatmış. Solon bir gün demiş ki ona: «Talih ne
kadar güleryüz gösterirse göstersin, ömürlerinin son günü geçmeden
insanlar mutlu saymamalı kendilerini; çünkü insan hayatı kararsız,
değişkendir; ufacık bir eylem yüzünden bir durumdan bambaşka bir
duruma geçiverir.»

Agesilaus da, Pers kralının o kadar genç yaşta öyle büyük bir devlete
konduğu için mutlu sayılabileceğini söyleyen birine: İyi ama, demiş,
Priamos da o yaşta mutsuz değildi. O büyük İskender'den sonraki
Makedonya krallarının Roma'da dülgerlik, budamacılık yaptıkları,
Sicilya zorbalarının Koryntos'da çocuk bakıcısı oldukları görüldü.
Dünyanın yarısını fethetmiş, bunca orduları yönetmiş bir İmparator bir
Mısır kralının aşağılık adamlarına yalvarma zavallılığına düşüyor: Altı
yedi ay daha az yaşamış olsa bu hale düşmeyecekti koca Pompeius.
Bizim babalarımız zamanında da, bütün İtalya'yı o kadar uzun süre
sarsmış olan Milano Dukası Sforza, zindanda öldü, daha kötüsü on yıl
yaşadı o öldüğü zindanda. Hıristiyanlık dünyasının en büyük kralının
dulu, kraliçelerin en güzeli, Maria Stuart, cellat eliyle ölmedi mi
geçenlerde? Binlerce örneği var bunun. O kadar ki, fırtınalar,
kasırgalar nasıl mağrur ve yüksek yapılarımıza daha çok yüklenirlerse,
bu dünyanın büyüklerini yukarılarda kıskanan güçler var diyeceği
geliyor insanın. Ve talih sanki ömrümüzün son gününü bekliyor, uzun
yıllar boyunca yaptığını bir anda yıkma gücü olduğunu göstermek
için. Laberius gibi bağırttırmak için bizi: Gereğinden bir gün fazla
yaşamışım! diye.

Solon'un doğru sözü böyle yorumlanabilir. Ama o bir filozof
olduğuna ve filozoflar mutluluğu, mutsuzluğu talihin cilvelerine
bağlamadıklarına, büyüklüklere zaten önem vermediklerine göre, daha
derin düşünmüş ve demek istemiş olabilir ki bence, ömrümüzün
mutluluğu, soylu bir ruhun rahatlığına, doygunluğuna, düzenli bir
kafanın kararlı ve güvenli oluşuna bağlı olduğu için, hiçbir insana,
komedyasının en son ve kuşkusuz en zor perdesini oynamazdan önce
mutlu denemez. O perdeden önce maske takınmış, felsefenin güzel
öğütlerine gösteriş olsun diye uymuş, ya da sarsıcı olaylarla
sınanmadığımız için hep sağlam yürekli kalmayı başarmış olabiliriz.
Ama ölüm karşısında son rolümüzde, gösterişe yer kalmaz artık, o
zaman ana dilimizle konuşmak, dağarcığımızda iyi kötü ne varsa
olduğu gibi ortaya dökmek zorundayız.

Nam verae voces tum demum pectore ab imo

Ejiciuntur, et eripitur persona, manet res. (Lucretius)

İşte o zaman içten sözler dökülür yürekten

Maske düşer, yüz kalır ortada.

İşte onun için hayatımızın bütün eylemleri bu son mihenk taşında
denenmelidir. Başlıca gündür o, bütün öteki günleri yargılayan
gündür. Bütün geçmiş yılların hesabı o gün verilmeli, der eskilerden
biri. Ben de çalışmalarımın meyvesini denemeyi ölüme bırakıyorum.
O zaman görürüz düşüncelerimin ağzımdan mı, yüreğimden mi
çıktığını... (Kitap 1, bölüm 19)

Hiç yorum yok: